27 Aralık 2011 Salı

SELUKEIA SIDERA (BAYAT) ANTİK KENTİ

Goldodk ekibi ile birlikte 25.12.11 tarihinde pazar günü Isparta Atabey İlçesi'nin 7 Km güneyinde yer alan Bayat köyü yakınlarında bulunan Sidera antik kentine gittik.

Kentin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kentle ilgili google'da yaptığım araştırma ekseninde aşağıdaki bilgiye ulaşabildim: 

Seleukeia Sidera (Bayat) antik kenti muhtemelen Seleukos Kralı Seleukos I (MÖ 312-280) veya oğlu Antiokhos I (MÖ 280-261) tarafından kurulduğu söylenmektedir. Roma İmparatoru Cladius (MS 41-54) tarafından şehrin adı Claudia Seleukeia olarak değiştirilmiştir. MS 7. yüzyılda yaşayan Hierokles Pisidia'daki Seleukeiadan bahsederken diğer Seleukeialarla karışmaması için sonuna Sidera (Demir) adını eklemiştir. Kentte surlarla çevrili Akropol (Yukarı Kent), akropolün kuzeyinde Yunan tiyatrosu tarzında yamaca oturtulmuş tiyatro yer alır.


Tiyatronun Cavea (oturma sıraları) kısmı tahrip olmuştur. Sahne binasına yanlardan girişi sağlayan Vomitorium (Tonozlu giriş) ayaktadır. Akropolün güneybatısında Hellenistik devir bir tapınağın podyumu vardır. Alt kısımda tabanı basamaklı, 180x120 cm ebadında 20 m uzunluğunda tünelle inilen bir sarnıç yer alır. Akropolün güneydoğu yamacında ovaya bakan kısımda ardındaki kayaya hatıl delikleri açılmış bir kutsal alan mevcuttur. Bu yapının güneyinde iki tarafı apsisli (yarımay) bir yapı ortaya çıkmıştır. Yapının güney cephesi düzgün kesme taş olup, ön kısmında mozaik döşeli bir taban bulunmaktadır.


Akropolün kuzeybatı yamacında geniş bir mezarlık alanı bulunur. Mezarlıkta Sanduka mezar ve bol miktarda oda mezar mevcuttur.

Mezarların bir kısmı yüzeyde bir kısmı ise yer altında oda gibi alanlardaydı. bu şekilde bir ayrım mezar sahiplerinin tamamen gelirleri ile alakalıymış mezarlarda baş tarafında hefif eğimli bir çıkıntı vardı. bu çıkıntılar ölen kişinin başının vucudundan biraz daha yukarda durmasını sağlamak içinmiş. öğrendiğim ilginç durumlardan biride ölen kişinin ağzına o dönemin parası konulurmuş. ölen kişinin sandalla gelip alınacağına inanıldığı için yapılan bir uygulamaymış sandalcıya bahşiş olsun diye ölünün ağzına para konulurmuş...ilginç(!)

21 Aralık 2011 Çarşamba

"Odundan Meyve"

"Benim Allahım
Marcel Proust’un çok yıllar önce keşfedip yazdığı gibi geçmişin anıları, kokular âleminin muhafızlığında saklanır ve her koku bir kapı açar o unutulmuş sandığınız zamanlara
.
Üstüne çörek otu serpilmiş pişkin pide kokusu, birçokları gibi beni de alır bir fırının kapısına götürüp bırakır. Vakit nedense sonbaharın son günleridir.  Hava serincedir ve akşam inmeye hazırlanır. Kendine bir iş yaratmak isteyen yaşlı amcalarla çocukların biriktiği uzun kuyruktakiler, minare ışıkları yanmadan önce pideleri alıp iftara yetiştirebilmek için telaşlarını saklayan bir sabırla beklerler.Sünnet hediyesi bir saati bileklerine takabilmiş olan çocuklar sık sık saatlerine bakarak iftar vaktini hesap etmeye uğraşırlar. Ben o çocukların arasında beklerim. Ayaklarım üşür hafiften, açlığımla gurur duyarım. Diğer çocuklar gibi benim de yüzümde başka zamanlarda pek rastlanmayan bir ciddiyet vardır, önemli bir iş yapmakta olduğumu bilirim. Ramazan’ı belki de en çok bundan severim. İftar sofrasına oturulduğunda kimse çocuk muamelesi yapmaz sana, oruç tutmaya başlaman büyüdüğünün işaretidir ve büyükler şefkatli bir saygıyla davranırlar büyümeye başlayan çocuklara. Fırına girdiğinde, pişkin hamur kokulu sıcacık bir buhar çarpar yüzüne.  Fırıncı, uzun saplı küreğini ateş renkli fırın kapağından içeri sokar ve olağanüstü bir ustalıkla içerdeki pideleri seri hareketlerle küreğinin üstüne dizip hızla çeker. Çıraklar, müşterilerin elleri yanmasın diye kâğıtların üstüne koyup verir pideleri. Ama ellerin gene de yanar. Konuşmalar kısa kısadır, kaç tane istediğini söylersin sadece. Elinde hazırladığın parayı verirsin, aceleyle alırlar. Kutsal bir ortaklık, herkesi iftara zamanında yetiştirebilmek için müthiş bir yardımlaşma vardır. Kimse kimsenin sırasını kapmaya çalışmaz. Ezana birkaç dakika kala pideleri alıp hızla koşmaya başlarsın, bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olursun ama zaferle girersin eve. Sofra hazırdır. Herkes sofranın başındadır. Topun patlamasını sofrada beklemek sevaptır çünkü. Teyzen hemen pideleri parçalayıp bir kayık tabağa dizer. Sen de sofraya oturursun. Top patlar. Hayır, acele etme, açsın ama gene de aç değilmişsin gibi uzanmalısın o ilk zeytin tanesine. Büyük bir adam gibi.
Sen artık büyüdün, sen oruç tutuyorsun, sen bu sofrada saygı görüyorsun. Ve, Allah seni seyrediyor. Her davranışını görüyor, onun için oruç tuttuğunu biliyor, telaş ederek onu utandırmamalısın, sabrı öğrenmelisin. İlk zeytinin damağına yayılan kekremsi tadı, sonra bir bardak su. Sonra çorba. Çorbadan sonra ilk mırıltılı konuşmalar. Gerçek, saf, içe işleyen bir mutluluk, bir sevinç, büyük bir koruyucun olduğuna inanan o mutlak güven ve huzur. Sen iftarını açarken Allah sana gülümser, memnun olur, sen iyi bir çocuksun seni sever, sen onu seversin. Benim Allahım öyleydi, severdi beni, onu kızdırdığımda bile severdi, ben de onu severdim, korkmazdım hiç ya da diyelim babamdan korktuğum kadar korkardım, daha fazla değil.
Ne garip beni Allahın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allahıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu.
“Bu benimki değil” dedim, dinimiz birdi ama Allahımız farklıydı artık. Yollarımız ayrıldı.
Ben çocukken teraviye korktuğumdan gitmiyordum ki, oraya sevindiğimden gidiyordum, Allah gülümsesin diye gidiyordum, memnun olsun diye gidiyordum ve o memnun olduğunda ben çok seviniyordum. İyiydi bizim aramız. Konuşurduk bile. O bana pek cevap vermezdi, daha ziyade ben söylerdim o dinlerdi, isteklerimi samimice anlatırdım, “şu sınıfı geçmeme bir yardım etsene” derdim, sesini duymazdım ama gülümseyip “böyle haylazlık edersen benden yardım bekleme” dediğini sezerdim, hiç gücenmezdim, gülümserdim, “çalıştıktan sonra ben de geçerim ne olacak” demezdim ama aklımdan bunun geçtiğini onun bildiğini bilirdim. Küstü mü acaba diye endişelenirdim. Kızması değil ama küsmesi kötü olurdu, bak küsmesinden korkardım. Onu küstürecek bir şey yapmadım. Büyüdüm, günah işledim ama onu küstürecek günahlar değildi bunlar, bilerek kimseye kötülük etmedim, kimsenin hakkını yemedim. Benim günahlarıma sizin Allahınız çok kızabilir, benimki kızmaz işte, belki bana şöyle bir parmağını sallar ama o kadar. İyidir o, çok iyidir. Onun için belki ben, fırın kapısında pide bekleyen çocuğu böylesine şefkatle ve sevinçle hatırlarım.
Onun için belki ben, işler çok sıkıştığında şöyle gökyüzüne doğru bir bakarım."

Ahmet Altan
30 Ağustos 2009/Taraf

"Ne garip beni Allahın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allahıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu" diyen bir insan 2 yıl sonra böyle diyor;

Allah: "Yarattığının bu mükemmelliği bulabilecek yeteneğinde billurlaşmasını arzulayan bir sanatçı"
 "....İyi dindarları seviyorum, onlarla konuşmayı seviyorum. İyi bir dindar, dürüst ve güvenilir bir insan demek benim için. Allah'ın cezalandırmasından değil, Allah'ı gücendirmekten, kendilerini "yaratanı" yaptıklarıyla üzmekten korkuyorlar. İbadetlerini" yerine getiriyorlar elbet ama asıl ibadetin hayatın her ânını, kulun her "amelini" kapsadığını, her sözün, her davranışı...n, her ilişkinin ibadetin bir parçası olduğunu biliyorlar. Dürüstlüğün, cesaretin, hoşgörünün, tevazuun, hakperestliğin dindarın vazgeçilmez özellikleri olduğunun farkındalar. Allah'ı ve dini anlatışlarında bir neşe ve sevinç var. Çantacı Abi diyor ki: "Allah odunla besliyor bizi." Yüzüne anlamadan şöyle bir bakıyorum. Şaşıracağımı, anlamayacağımı bildiği için benim tepkimi muzip bir gülücükle karşılıyor. "Allah" diyor, "odundan elma yapıyor, odundan üzüm yapıyor, odundan meyve yapıyor, bakıyorsun dallı budaklı bir odun duruyor toprağın üstünde, bir bakıyorsun o odunun ucunda kırmızı elmalar var." Ben her meyvenin bir mucize olduğunu biliyorum ama bunu "odundan meyve" diye tarif edince mucize gözümde daha iyi canlanıyor. Allah'ın yarattığı her derdin "devasını" tabiatın bir köşesine sakladığından, kullarının bunu bulmasını beklediğinden konuşuyoruz. Yaşamak, bulmak demek. İnsanoğlu ağır ağır buluyor. Hazır verilmiyor hiçbir şey. Bunun bir amacı, bir nedeni var elbet. Bir "dert" veriliyor, bir "derman" bulunması isteniyor. Bilmiyorum ama sanırım Tanrı'nın en büyük emri tek kelime: "Ara!" Aramamızı, bulmamızı istiyor. Çünkü "tekâmül" etmek, gelişmek, olgunlaşmak, ilerlemek ancak aramakla mümkün, aradıkça yürüyoruz. Bütün hayvanları mükemmel yaratan Allah, bir tek insanı bu mükemmellikten uzak tutuyor. Verebileceklerinin hepsini vermiyor. Onun yerine, insanın "arayabileceği" geniş bir arazi bağışlıyor ona, istiyor ki bu arazide tek başına yürüsün, arasın, bulsun, ilerlesin ve "yaratıcısını" bu ilerleme yeteneğiyle sevindirsin. Körü körüne bir inancın, sığ bir cehennem korkusunun, bencil bir cennet talebinin, şekilci bir ibadetin onun gibi eşsiz bir yaratıcıya yetmeyeceğine, her büyük sanatçı gibi sadece kendisine değil, "yarattığına" da saygı ve hayranlık beklediğini düşünüyorum. Bu saygıyı gösterenler, kendilerini sadece bir "kul" olarak değil aynı zamanda bir "eser" olarak da görüp, bu eseri hayatlarının her ânında mükemmelleştirmeye çalışanlar benim için iyi dindarlar. Onun için seviyorum onları. Onun için onlara güveniyorum. Eksik olduğumu biliyorum, bu eksikliği tamamlamaya gücümün yetmeyeceğini de... Ama iyi dindarlarla konuştuğumda, onlar, "mükemmele" yürüyen bir bütünün parçası olduğumu bana hatırlatan armağanlar oluyorlar."
Ahmet Altan/18.12.11 Taraf Gazetesi

20 Aralık 2011 Salı

"The Message of the Qur’an"

...Bu yılın sonbaharında bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede etti. Duyduğu sarsıntıyla bunu yanındaki Elsa'ya açtı. Elsa şaşkınlıkla "Bir cehennem azabı çekiyorlar sanki... Acaba kendileri bunun farkındalar mı?" cevabıyla onu tasdik etti. Esed bu acıları ve ıstırapları insanların gerçeksiz, inançsız ve fasılasızca refah peşinde olmalarına bağlar. Eve döndüklerinde masada açık kalmış MushaPı gördü. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür suresine ilişti. Birden surenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yankısı olduğunu hissetti ve şunları düşündü: "Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar ... ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa Vurmamıştı. ... İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları. ... Ne kadar hikmetli olursa olsun bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez. Böylesine hakim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla dile getiremezdi. Hayır Kur'an'da konuşan, Muhammed (S.A.V.)'in sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesli ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına..."....

"Mekke'ye Giden Yol"dan

"Günde bir kaç kez namaz için toplanıyorlar ve eğer hava yağmurlu değilse namazlarını açıkta kılıyorlardı. Uzun tek bir safta toplanıyorlar ve Hacı da önlerine geçip imamlık yapıyordu. Hareketlerindeki düzen ve uyumla askerlere benziyorlardı; hep birlikte Mekke yönüne, birlikte eğilir, sonra kalkar ve birlikte diz çökerek alınları üzerine yere kapanırlardı. İki secde arasında seccadesi üzerinde, yalın ayak, elleri önünde bağlı, dudakları sessizce kıpırdayan ve kapalı gözleriyle derin bir huşu içinde dalıp giden imamın, bütün kalbiyle dua ettiğini görürdünüz; ötekiler, imamlarının işitilmeyen sözlerini izliyor olmalıydılar,
Böylesine içten bir duanın bir takım mekanik bedeni hareketlerle birleştirilmesi beni nedense biraz tedirgin ediyordu bir gün, biraz İngilizce bilen Hacı' ya bu konuyu sordum;
- Allah'ın sizden ona duyduğunuz saygıyı eğilerek, diz üstü oturarak ve yere kapanarak göstermenizi istediğine gerçekten inanıyor musunuz? İnsanın sadece kendi , içine bakarak; yüreğin sükûneti içinde dua etmesi daha uygun olmaz mı? Bütün bu bedeni hareketlerin hikmeti ne?
Daha bunları söyler söylemez, pişmanlık duymaya başladım; yaşlı adamın dinî duygularını incitmek istememiştim. Fakat Hacı hiç de gücenmiş görünmüyordu. Dişsiz ağzıyla gülümsedi ve şöyle dedi:



- Başka nasıl ibadet edebiliriz ki Allah'a? O, bedeni de, ruhu da birlikte yaratmadı mı? Böyle olunca da insanın ruhuyla olduğu kadar bedeniyle de dua etmesi gerekmez mi? Bakın, biz Müslümanlar duamızı niçin böyle yaparız anlatayım size. Yüzümüzü Kâbe'ye, Allah'ın Mekke'deki beyt-ül Haremine çeviririz ve biliriz ki, o anda dünyanın neresinde olursa olsun, namaz kılan bütün Müslümanlar, hepsi yüzlerini Kâbe'ye çevirmişlerdir; bir tek vücut gibiyizdir ve düşüncelerimizin merkezi de O' dur. Önce ayakta durarak Kur'anı Kerimden bölümler okuruz, bunu yaparken, okuduğumuz kelâmın, insana hayatta dimdik ayakta kalması, sebat etmesi için verilen Allah Kelâmı olduğu bilinci içindeyizdir. sonra 'Allahu Ekber' (Allah en büyük! ) deriz; Bununla Allah'tan başka kulluk etmeye değer başka hiç kimsenin, hiç bir şeyin olmadığını dile getirir ve bunun apaçık bir gerçek olduğunu bir daha duyar ve bu gerçeğe bir daha tanıklık ederiz.
Sonra o her şeyden yüce olan Allah'a duyduğumuz saygıyı, bu yüceliğin önünde eğilerek gösterir, Onun gücünü, celâl ve azametini övgüyle anarız. Ve Onun önünde bir toz zerresinden, yokluktan, hiçlikten başka bir şey olmadığımızı, Onunsa bizim yüceler yücesi yaratıcımız, ve Rabbimiz olduğunu duyarak alınlarımızın üzerine coşkuyla yerlere kapanırız. sonra alınlarımızı yerden kaldırır ve oturup, günahlarımızı bağışlaması, bizi rahmetiyle yargılaması, doğru yola yöneltmesi, bizi sağlık ve rızkla nimetlendirmesi için dua ederiz, Onun haberini bize ulaştıran Muhammet (s.s.)'e, Ondan önceki peygamberlere, bize, kendimize ve doğru yolu izleyen herkese Allah'ın selâm ve rahmetini dileriz. Bize bu dünyada da öteki dünyada da iyilik ve güzellik ihsan etmesini niyaz ederiz Allah'tan. Ve sonunda da, başımızı sağa ve sola çevirerek, nerede olursa olsun, doğru yolda olan herkese selâm vererek namazdan çıkarız. Peygamberimiz böyle namaz kıldı, böyle dua etti ve kendisini izleyenlere de böyle yapmalarını öğretti, bu onların kendilerini isteyerek ve ta yürekten Allah'a teslim edebilmelerini -ki İslam'ın anlamı da budur ve Onunla da, kendi kaderleriyle de barış içinde yaşayabilmelerini sağlamak içindir."  (Muhammed Esed)

13 Aralık 2011 Salı

Erich Fromm "to have or to be"

...Türkçede de birçok okuru bulunan, özellikle de “Özgürlükten Kaçış”la tanınan Erich Fromm’un o sıralarda çıkmış olan kitabı “Sahip Olmak ya da Olmamak” adını taşıyor.

Öğrenciler bu büyük beyinden ne alabiliyor, söylediklerinin ne kadarını algılıyor bilinmez ama aralarından biri konferansın sonunda Fromm’a bir soru yöneltiyor. “Sahip Olmak ya da Olmamak adlı kitabınızda, bildiğimiz anlamda varlık ve yokluğu mu anlatıyorsunuz yoksa bu isim daha çok yaratıcılıkla mı ilgili. Mesela erkek güçlü görünür ama yaratan, doğuran, dolayısıyla türün devamını sağlayan kadındır. Bunu mu anlatmak istediniz?”

Filozof bilim adamı bu ufak tefek öğrenciyi dikkatli gözlerle süzüyor ve “Herkes gittikten sonra biraz kalır mısın benimle!” diyor.

Ve öyle de oluyor. Öğrenci ile Erich Fromm kütüphane salonunda baş başa kalıyorlar. Fromm onun merak ettiği konuları cevapladıktan sonra; “Belli ki sen düşünen bir insansın. Hayatın boyunca hiç unutmaman gereken bir şey söyleyeceğim sana. İleride zaman zaman kendini yalnız hissedeceksin, bunalacaksın. O zaman gökyüzüne bak. Göreceksin ki ışık saçan yıldızlar tek tektir, gökyüzüne serpiştirilmiştir, yalnız başınadır, örgütsüzdür. Buna karşılık karanlık örgütlüdür, bütündür, her yeri kaplar. Umutsuzluğa düşme ama bu gerçeği de hiç unutma.”

Sonra delikanlıya soruyor: “Şimdi söyle bakalım. Kimsin, nesin?”

Genç adam “İsmim Hüseyin!” diyor. “Almanya’ya göçmüş bir ailenin çocuğuyum.”

Erich Fromm ayrılırken Hüseyin’e diyor ki “Bak delikanlı. Bundan sonraki öğrenimini ben karşılayacağım. Erich Fromm bursuyla okuyacaksın.”....


Yukarıdaki metni ZülfÜ Livaneli'nin 13.12.11 tarihli "Karanlıkta yıldız gibi parlayan bir hekim" yazısından aldım
Büyük insanların büyüklüklerini büyük sözlerinden değil büyük sözler söylemelerine neden olan yaşam tarzları ve tarzlarının başkalarında şekillenmesi belirliyor sanırım.
                         Kaynak: http://socialismoryourmoneyback.blogspot.com/2009/12/erich-fromm-part-2.html
Erich Fromm; 20.yy'da yaşamış Almanya doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist ve sosyologdur. İnsancıl dünya görüşünü benimseyen Fromm, kapitalizmi ve komünizmi karşıt düşünceleri ile bilinmektedir.

"to have or to be" (sahip olmak ve olmak) kitabında "sahip olmak" ve "olmak" kavramlarını sorgulamakta ve sorgulatmaktadır. "Sahip olmak", istediğini elde edip onu kendi egemenliğine almak ve saklamak şeklinde bir tutkudur. İnsanın bulunduğu toplumdaki değişim ve gelişmeler sonucu ortaya çıkar. "Olmak" ise insanın varolan özelliklerini değerlendirmesi ve zenginleştirmesiyle oluşur.

Kitapta yer alan üç şiirde üç şairin ayrı ayrı bir çiçeğe yaklaşımları yer almaktadır. Kitabın özünü bu şiirler ve şairler çok iyi anlatmakatdır. Yoldan geçerken çatlak bir duvarın arasında açmış küçük çiçegi farkeden (olmak) Japon şairin mısraları, beğendiği çiçegi koparan (sahip olmak) Amerikan şairin mısraları ve beğendiği çiçegi kökünden sökerek bahçesine diken Alman şairin mısraları

Bu eksende islami literatüre bakıldığında;

Allah insana verdiği “akıl nuru” ile Allah insanı yeryüzünün imar ve tamirine görevlendirdi. Bu nedenle Allah insanı halife yaptı ve eşyayı onun emrine vererek yeryüzünün imar ve tamirine muktedir kıldı. Her şeyi emrine verdi. (Bakara, 2:29-30; Hud, 11:61) Akıl nuru ile yeryüzünün nizamı ve insanlığın idaresi zuhur eder. Bu nedenle halifelik mahlukât üzerinde idarecilik yetkisidir. (Nur, 24:55; Neml, 27:62; Bakara, 2:30)
Her şeyin mülk ve melekût yüzleri Allah’a çevrilmiş olduğu için “Siz nereye yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 2:115)
“Ben kulumun gören gözü, işiten kulağı ve gören gözü olurum” (Buhari, Rikak, 38; Müslim, Birr, 43)

Ibn Arabî'ye göre Allah'ın varlığı âleme nisbetle bir ayna gibidir; duyulur ve akledilir türden bütün varlık o aynada görünür. Bunun tersi de düşünülebilmektedir; yani Allah'ın zâtında hiçbir değişme ve çoğalma söz konusu olmaksızın O varlığa tecellî etmektedir; dolayısıyla tüm varlık Allah'ın aynası durumundadır. Bu öğretide Allah gerçek varlık kâinat ise geçici gölge varliktır. Aslında mümkün varlıkların temeli yokluktur (adem) çünkü sonlu sınırlı ve zamanlı olan bir şeyin varlığı vehim ve hayâlden başka bir şey değildir. Zira nesneler her an var ve yok olmaktadır fakat bu durum o kadar hızlıdır ki duyu ve akıl onları daima var olarak görür. İbn i Arabî tek ve gerçek varlık olan Allah'dan bu evrenin nasıl meydana geldiğini yani bırden çokluğun nasıl oluştuğunu yorumlarken anahtar kavram olmak üzere "sabit gerçeklikler" terimini kullanır. Bu Allah'ın evren hakkındaki bilgisine ait hakikatlerdir. Bir başka söyleyişle Allah'ın ezelî bilgisindeki modellerdir; bu sebeple sâbit gerçeklikler denilmektedir. Allahın isim ve sıfatlarının biçimleri olmalarından dolayı ilâhi gerçekliklerdir. Aynı zamanda bunlar varlığın gerçekleşmesinin dayanığıdır. A`yân-ı sâbitenin ilâhî feyiz sayesinde dışa vurması varlığın ortaya çıkmasını sağlamıştır.

11 Aralık 2011 Pazar

Dedemin İnsanları...

Çağan Irmak'ın son filmi Dedemin İnsanları

dün izledim

Filmde güzel müzikler kullanılmış. bunlardan biri; Crystal Gayle/Somebody Loves You

http://www.youtube.com/watch?v=TDAR1ViUge8
It's been a long time since you went away
I stop to think of you most every day
with all my heart I'm hoping you're okay
guess who loves you, somebody loves you

I couldn't reach you by the U.S. mail
you didn't leave a very easy trail
I tried to telephone to no avail
guess who loves you, somebody loves you
I do
Na na na na na na na na na

I know the matter is the game I played
I'll never reach you any other way
So I send this one thought to you every day
guess who loves you, somebody loves you
I do
Na na na na na na na na na

yine filmin sonunda çalan Gülbahar şarkısıda dinlemeye değer;

http://www.youtube.com/watch?v=fkfAf_vIDQw&feature=related

Babam ve Oğlum filmini izlediğimde de çok etkilenmiştim oyunculardan senaryodan fakat filmin içinden biri olmamıştım sinema tadında etkisi iyiydi oyunculuk ve yönetmenlik iyiydi beğenmiştim filmi....

Dedemin İnsanları filmi vizyona girdiğinde Babam ve Oğlum tadında bir film olduğu kanaati vardı. Popüler kaygının yansıması gibi gelmişti bana...

Babam ve Oğlum gibi doğal, samimi, gerçek, duygusal, iyi, fedakar gibi dinsel öğretileri dönemin ideolojisi ile birleştirerek tek taraflı bir bakış açısı beklemiştim.

Beklentilerimin aksine Dedemin İnsanları; Çağan Irmak'ın profesyonelliğini tam anlamıyla göstermiş olduğu çok güzel bir film. Filminde;

"yakın tarihimize dair birer dönüm noktası olan olayları, yine çok fazla politize etmeden ve olayların orta yerinde savrulan, örselenen yüreklerin dramından hareketle resmetmeyi yeğlemiş".
"Henüz yedi yaşında iken Girit'ten zorla gemilere doldurularak anavatana göçe zorlanan bir ailenin oğlu olan Mehmet Bey, aradan geçen uzun yıllara rağmen zihnine bölük pörçük ve silik görüntülerle kazınmış beyaz taşlı evlerini unutamamakta, karşıda bıraktığı komşularına hitaben yazdığı  mektupları şişelerin içinde denize bırakarak avunmaktadır. Göç esnasında gemide yaşamını yitiren kardeşi için yaptırdığı temsili mezar dışında, özlemle andığı geçmişi ile bağını güçlendiren bir başka kişi, ölen kardeşi yerine koyarak daha özel bir sevgi beslediği torunu Ozan'dır. Dedesine içten içe büyük bir hayranlık ve sevgi besleyen küçük Ozan ise "gavur bozması" dedesi sebebiyle etnik kimliği konusunda kafası karışık, kendisini sürekli Türk olduğunu vurgulamak zorunda hisseden, uyumsuz ve ele avuca sığmaz bir çocuktur."
Filmin Mehmet Bey'in ve ailesinin mubadele döneminde yaşadıklarının yansıtıldığı sahne filmin başından beri duygusallığını saklayan seyircinin gözyaşları ile duygusallığını açık etmesine neden oluyor.
Dedemin İnsanları'nın başarısının altında yatan faktörler senaryosu, yönetmenliği, oyunculuğu olarak çok rahat sayılır. gerçekten de öyle ama bence filmin başarılı kılan temel faktör geçmişimiz...herkesin ailesinden en az bir insanın şahit olduğu hikayelerin yansıtılması....ve kocası hiç gelmeyen kadın... Ozan, babası... çırak tahsin...Peruzat...herkes filme dahil oldu karekterler sayesinde...
Mehmet Bey'in (Çetin Tekindor) göç hikayesini seyirci kendi büyüklerinden dinler gibi izledi...
Filmin temel karekteri Mehmet Bey filmin bütün ağırlığını taşıyor büyük oyuncu Çetin Tekindor rolünün hakkını ve zorluğunu çok kolay üstlenmiş
Mehmet Bey'in beklenmeyen sonu bende olumlu bir izlenim bırakmadı. hayalleri olan (Girit'e tekrar gitme evlerini görme) olgun, akıllı, inançlı (her ne kadar yaşadığı gibi inanma; geleneksel hataları normalmiş gibi gösterme gibi hatalar olsada) tutarlı bir adamın bir sabah kalkıp, sevdiği herşeye veda ederek, hiç tereddüt etmeden kendini denize teslim etmesini anlasamda filmde Mehmet Bey karekterininin sonunun öyle olmasını istemezdim (yönetmen ve senarist yapımcının kaygılarını minimum tutmak istemiş sanırım tamamen duygusal gerçek değil biraz sosyoloji biraz psikoloji bilgisi olan bir insan filmdeki karekterin intihar edecek kadar zayıf olmadığını anlayacaktır. Damadını ayağa kaldıran onu motive eden ailesini toplayan iyiliği insanlığı güzelliği torununa öğreten bir insan neden intihar etsin?....


Filmden replikler

"çocuk değilim ben benim adım Ozan. boşuna bekleme senin kocan gelmeyecek anarşik o! öldü de hem oh canıma değsin"
"köpeksiz köyün sopasız delisi"
"orada Türk tohumu burada Yunan gavuru"
“Bavulları hiç sevmiyorum efendim. Çok hüzünlü şeyler. Hep geri dönüp gitmeyi hatırlatırlar.”
 "İnsanın canını en çok sevdikleri acıtabilir"
"Bizim buralarda tam akıllı kim var Allah aşkına, herkes azcık üç şekerli"
"biz aslında mercedes bile alırız ama dedem fakirlere ayıp olur diyor"
"ah babam benim be!"
"nokta koymak her zaman zordur; ama tamamlanmış cümleler, tamamlanmamışlardan daha az acı verir."
"ben gördüm; çok gördüm;
 erken yaşlandım. bir daha da çocuk olmadım zaten."
"-dükkanı neden kilitlemiyorsun dede?
 -gündüz vakti dükkan mı kilitlenir oğlum? komşulara ayıp onlara güvenmediğimizi düşünürler hem gelen müşteriler ne düşünür sonra kapı duvar"

"Kırk yıllık assoliste şarkı mı öğretiyon sen?"

9 Aralık 2011 Cuma

"...emrolunduğun gibi dosdoğru ol...

Bu fotograf çölde, günbatımında yukarıdan çekilmiştir. Yakından bakarsanız develerin ayaklarının altındaki beyaz çizgilerin develerin kendisi olduğunu farkedeceksiniz. Deve olarak imgelediğiniz karartılar ise yalnızca gölgelerden ibarettir.

Bu fotograf gördüğümde büyük tefsir alimlerinden Fahrettin er-Razi'nin Hud süresinin 112. ayeti için yapmış olduğu tefsir ile ilişkilendirmek aklıma geldi;

Hud Sure'sinin 112. ayeti:

"
Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol; seninle beraber tevbe edenler de (olsunlar). Aşırı gitmeyin. Zira O, yaptıklarınızı görür."


Bil ki Cenâb-ı Hak, açıkça vaad ve va'îdde bulununca, bunun peşinden peygamberine, "Emolunduğun şekilde dosdoğru hareket et" buyurmuştur. Bu söz, ister kendisiyle alakalı olsun, isterse vahyin tebliğ edilip, hükümlerin beyân edilmesiyle alakalı olsun, bütün akâid ve amel meselelerini içine alan, umûmî (genel) bir sözdür. Şüphe yok ki, gerçek istikamet (doğruluk) üzere bulunmak cidden zordur. Ben sana, bunun zorluğunu akl-ı selime kolayca gösterecek olan bir misal vereceğim. O da şudur: Gölge ile aydınlığın arasını birbirinden ayıran düz çizgi, enine bölünemez bir bütündür. Fakat bu çizginin, iki tarafını hissedip (gözle) iyice birbirinden ayırdedemezsin. Çünkü gölge tarafı, aydınlık tarafına yakın olduğu için, görülme bakımından birbirine karışır. Bundan dolayı insanın bakışı, herbiri diğerinden iyice ayırdedilecek şekilde, bu çizgiyi tam olarak göremez.
Bunu, verdiğimiz misalde anladığın zaman, ubûdiyyetin bütün kısımlarındaki misallerini de buna göre anla. Bunlardan birincisi, marifetullahtır. Bu marifetullah, kulun, "isbâf'ı kabul edip "teşbih"ten; "nefy"i söyleyip "ta'tîTden korunmuş olarak elde edebilmesi son derece zordur. Sen, diğer marifet makamlarını da, kendiliğinden düşün. Yine, gazab kuvvetiyle şehvet kuvvetinden ve birinin, ifrat ve tefrit olmak üzere, iki aşırt ucu bulunup, ikisi de kınanmıştır. Bu ikisini birbirinden ayıran, iki taraftan hiçbirisine meyletmeyecek biçimde ortada duran çizgidir. İşte bu çizgi üzerinde durabilmek zordur. Sonra bununla amel etmek daha da zordur. Binâenaleyh, böylece sabit olur ki, "sırat-ı müstakim"i bilmek, son derece zordur. İyice bilinse bile, onun üzerinde kalabilmek ve ona göre amel etmek daha zordur.
(Fahreddin Razi Tefsir-i)

İbn Abbas der ki: Rasûlullah (sav)ın üzerine bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir âyet inmiş değildir. İşte bundan dolayı Ashab'ı kendisine: Saçların çabuk ağırmaya başladı, dediklerinde, o: "Hûd ve kardeşleri olan diğer sûreler saçlarımı ağarttı" diye cevab vermişti. (Tirmizi)

warm springs

Bugün CNBC-e'de yakın tarih kuşağında ABD 32. başkanı (4 kez başkanlığa seçilen tek kişi) Franklin Delano Roosevelt'in (Amerikanların ifadesiyle FDR) hayatını anlatan beş emmy ödüllü film "Warm Strings" (Çevirisi azmin zaferi; ne alaka(!) ise...) zevkle ve hayranlıkla izledim. Film şimdi bitti. fedakarlık, mütevazilik, çaba, iyilik, gayret, çözüm, cesaret, güven, sevgi, saygı, destek....herşey filmde vardı.
Roosevelt, 39 yaşındayken salgın olan çocuk felci mikrobuna yakalanarak yürüme yeteneğini kaybetti. filmde tedavi için gittiği klinikteki diğer hastalarıda motive ederek havuzda yüzme dersleri veriyordu. ayakları tutmayan bir insanın yüzmesi zordur bu yüzden havuza girmek cesaret ister. filmin sonlarına doğru seçimler esnasında konuşma yapmak için çıkmadan önce yardımcısına "ben ne yapıyorum" diye sorduğunda;
"daha büyük havuza dalıyorsun" ifadesi geçtiği dönemdeki başkanlığının zorluğunu çok güzel anlatmaktadır. büyük buhranın yaşandığı yıllar ve tabi ikinci dünya savaşı yaşadığı zorluklarının genel görünümü. kararlığı, inancı ve halkın seviyesine inen, halkı anlayan, dinleyen kişiliğe sahip olması bu zorlukları başarıyla atlaymasını ve ABD halkının unutmadığı bir kişiliğe dönüşmesine nedendir.
sözün özü filmi izledikten sonra etkisinde kaldığım biri. gerçekten filmdeki karekter gibi miydi bilinmez ama filmin senaryosu ve oyunculuğu karekteri sevdiriyor.
Roosevelt'in ilk konuşması hakkında çıkarımda bulunmamıza yeter sanırım okumanızı tavsiye ederim;


ek olarak; güzel bir video...

http://www.dailymotion.com/video/xes447_3-3-azmin-zaferi_shortfilms