30 Ekim 2011 Pazar

Prostanna antik Kenti...Sivritepe tırmanışı: baldırlar (!) da ağrı...

Isparta'dan Eğirdir'e giderken gölden önce göze çarpan yaklaşık 1750 metre yüksekliğinin olduğu bilinen Sivri Tepe'ye (Eğridir Sivrisi: Eğirdir ilçe merkezini ikiye bölen, yüksek tepelerinde çeşitli uygarlıklara yer vermiş, üzerinde Prostanna Antik Kenti’ni barındıran ve panoramik görüntüsüyle tırmananları büyüleyen, sivri kayalıklardan oluşan bir tepedir) GÖLDOSK'un  organizasyonu ile 30 ekim Pazar günü tırmandık.
Akpınar Köyü'nden yürüyerek çıkılabilen Sivri Tepe, iki tepenin arkada ve daha yüksek olanı.
Komandoların eğitim yaptıkları bir alan olan Sivritepe'ye çıkmak hiçte kolay değil Prostana antik kentini geçtikten sonra yol gittikçe dikleşiyor. Sivritepe’de dalgalanan dev Türk bayrağı ve iki kayalığın ortasındaki ahlat ağacı tepenin davetkar ve misafirlere kucak açan ev sahipleri gibiydiler. Bayrağın altındaki sivritepe Hatıra defterine bişeyler karaladık artık orada bizimde ismimiz yazılı :) tepeden vadiyi izlemek muhteşemdi. vadiye arkamızı döndüğümüzde asıl manzaranın yani gölün bütün güzelliğinin önümüze serildiğini gördük...o kadar güzel ve o kadar heybetliydi ki hem hayran hem ürkek bakışlarla Yaradan'a şükrettim...bu konuda ne diyebilirim ki...denmiş zaten:
"Evet cemalin gözünde celâl ne kadar cemildir; celâlin gözünde dahi cemal o kadar celildir...Celâl ile Cemal tecellîleri,—Celâl izzeti, azameti ve yüceliği, Cemal hüsnü ve güzelliği gösterdiği halde—birbirleriyle çelişmezler ve iç içe tecellî ederler. Bazen güzellik, celâlden tecellî eder. Bazen de izzet ve azamet, cemalden akar. Celâl tecellîleri güzellikten nasipsiz değildir. Cemal tecellîleri de izzetten ve azametten nasipsiz değildir. Yani cemalden bakılınca celâl eseri, celâlden bakılınca cemal eseri rahatlıkla görülebilmektedir".
Sivritepeye ulaşmak için; Akdoğan Köyünden (Eğirdir Göl'ünün kuşbakışı görüntüsünü sunan; meşhur kıl çadırları; gözlemesi ve tabi her gittiğimizde mutlaka sallandığımız salıncağı ile ...) yürüyerek veya araçla Prostanna Antik Kentine ulaşmak gerekiyor antik kent sivritepenin eteklerinde zaten sivritepeye gitmeden görülmesi gereken bir yer kazı yapılmadığı için kente dair çok fazla bir beklentiniz olmasın ama kentin izlerini taşlardan ve sutun kalıntılarından görebilirsiniz. hatta yürüyüş esnasında arkadaşlardan biri para buldu antik bir para olduğunu düşünüyoruz -lucky man-  (Antik kent Pisidia şehirlerinden bir tanesidir. Eğirdir sivrisinin arka tarafından Camili Yayla üzerindedir. Şehrin kesin yeri Bedre Köyünün yukarısındaki Yazılıkaya'da bulunan bir sınır yazıtı ile tespit edilmiştir. Bu yazıt Prostanna ile Parlais ili sınır yazıtı idi. Antik kentte sınır duvarları ve bazı bina temelleri vardır. Şehrin. Akropolisi 200 metre yükseklikte kurulmuştur, Sur duvarları içerisinde dikdörtgen şeklinde bir bina vardır. Bu bina bir tapınaktir. Diğer 119 bina ise halka ait binalardır. Bizans dönemine ait hiç bir kalıntı yoktur.)
Yürüyüş ve tırmanmanın ardından ertesi gün baldırlarımda ayağa kalktığımda aşırı bir ağrı hissettim. sebebini araştırdığımda (Hz.Google sağolsun :P) karşıma çıkan sonuç beni hiç şaşırtmadı...
Baldır bacağın diz ile topuk arasındaki bölümüne verilen addır. Baldır kasları diz bağlarının desteklenmesi açısından çok önemlidir ve dizin darbelere karşı korunması için bu kasların kuvvetlendirilmesi gerekmektedir. Baldırda ağrılar varsa ve spordan sonra ortaya çıkan bir ağrıysa kaslann gerilerek zorlanması sonucu olmuştur. Aşırı spor yapanlarda görülen bir rahatsızlıktır.

27 Ekim 2011 Perşembe

Van Depremi'nin geride bıraktıkları....

ne güzeldi...birarada birşeyler yapmak...ne güzeldi bir olmak...ne kadar büyük bir organizasyondu... dünkü ortak yayından bahsediyorum...medyanın etkisini ülkemizde hepimiz biliyoruz. TV'nin -dizilerin, yarışmaların vb- bizler için önemide(!)...her akşam olduğu gibi dün akşamada tüm Türkiye TV'nin karşısındaydı ama bu defa başkaydı bu defa herkesi utandıracak kadar güzeldi bu defa bir olmak için tek yürek olduğumuzu göstermek içindi. keşke felaketler yaşamasak keşke bunlar olmasa ama yaşanılanlardan gördüğüm zor zamanlarda biz bizliğimizi unutmuyor biz olduğumuzu ve bir olduğumuzu ve "bir"e yönelmek gerektiğini hatırlıyoruz. dünkü programa dair söylenilecek çok şey yok zaten herkes gördü ve bizi bölmek bizi yıpratmak isteyenlere güzel ders oldu....programda bir sunucunun ifade ettiği gibi fay hattı Van'ı yarıp geçti belki ama yüreklerimize ulaşamadı...

Ümit Bektaş tarafından çekilen ve Van depreminin belkide simgesi olmaya aday;Yunus'un enkaz altındaki fotografı: hepimizin kalbine saplanan ok misali bakışlarıyla, omuzundaki cansız bir elle, başının altındaki yastıkla şimdi aramızsa olmayan Yunus...
depreme dair tecrübelerden çıkarmamız gereken tek sonuç yaşanılanların Yaradan'ın takdiri olduğu yönünde olmalıdır. Çünkü yaşanılanlar bizim dışımızda ve gücümüzün ötesinde olan şeyler herkes hepimiz yaşayabiliriz bu bizim kadere olan inancımız Yaradan'ın takdirine boyun eğmemiz gerektiğini gösterir. "Sen Allah ın takdirine razı olursan, kader hükmünü icra eder, sen de sevap ve ecir kazanırsın. Ama sen Allah ın takdirine razı olmazsan, kader yine hükmünü icra eder, sen de günahkâr olursun". Hz Ali (Ra)
bu konuda Suat Yıldırım Hoca ne güzel şeyler yazmış;
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/depremin-hatirlattiklari

duayla...
Allahım, bizi gazabınla öldürme. Azabınla helâk etme! Bunlardan önce bize afiyet ver
Ey Rabbim her şey senin hizmetindedir. Sen bizi koru, bize yardım et ve bize rahmet et.
İşime Allahın adıyla başlarım. Onun ismi ve yardımı olduktan sonra ne yeryüzü ve ne de gökyüzünün hiçbir bela ve sıkıntısı zarar vermez.

21 Ekim 2011 Cuma

Terör out, Barış in....

olsunnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn artık.

geçen günlerde yaşanan olayları Allah'a havale ediyor ve huzur barış sağlık ve güzellik kokan günler diliyorum...

 Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları" mı yaşıyoruz...
bilmiyorum; bildiğim tek şey bu konuyu aklıselimlere bırakmak. zaten yeteri kadar yazıldı, çizildi, söylendi, yorumlandı yani "ağzı olan konuştu". Hepsini bir kenara bırakalım diyorum ve son sözü üstat Cemil Meriç'e bırakıyorum;

11 Ekim 2011 Salı

R.E.M.:Oh no I've said too much...

R.E.M. 1980'da ABD'de kurulan bir alternatif rock grubudur. Grup Michael Stipe, Peter Buck ve Mike Mills'ten oluşmaktadır. 21 eylül 2011'de grubun web sitesinde yapılan açıklamaya göre http://remhq.com/news_story.php?id=1446 dağıldı. çok üzüldüm... Tuckman'nın 1965'te yayınladığı makalede dediği gibi her grubun bir gelişim süreci vardır (Biraraya gelme / Forming; Fırtınalı evre/Storming; Kural koyma/Norming; İşlev görme/Performing) ve sanırım yaşanılan bu sürecin bir sonucu...

R.E.M./Losing My Religion....ne zaman dinlesem hep aynı duyguları hissettiryor....

http://www.divshare.com/download/15919317-1b4

Life is bigger (Hayat daha büyük)
It's bigger than you (Senden daha büyük)
And you are not me (Ve sen ben degilsin)
The lengths that I will go to (Gidecegim yollar)
The distance in your eyes (Gözlerindeki uzaklık)

Oh no I've said too much (Oh hayır çok fazla konuştum)

I set it up (Ayarladım)

That's me in the corner /Köşedeki benim
That's me in the spotlight /Spot ışıgındaki benim
Losing my religion /Dinimi kaybederken
Trying to keep up with you /Seninle birarada durmaya çalışıyorum
And I don't know if I can do it /Bunu yapabilecegimden emin degilim
No I've said too much /Hayır,çok şey söyledim
I haven't said enough /Yeterli söylemedim
I thought that I heard you laughing /Senin güldügünü duydugumu sandım
I thought that I heard you sing /Şarkı söyledigini duydugumu sandım
I think I thought I saw you try /Senin denerken gördügümü sandım

Every whisper /Her fısıltı
Of every waking hour I'm /Her geçen saat
Choosing my confessions /Itiraflarımı belirliyor

Trying to keep an eye on you /Sana göz kulak olmaya çalışıyorum
Like a hurt lost and blinded fool /Aynen, yaralı kaybolmuş kör bir aptal gibi

Oh no I've said too much /Oh,hayır çok şey söyledim

I set it up /ayarladım
Consider this /Bunu degerlendir
The end of the century /Yüzyılın sonu
Consider this /Bunu degerlendir
The slip that brought me To my knees failed /O beni dizlerimin üstüne düşüren kayganlıgı

What if all these fantasies /eger bu fantaziler
Come flailing around /Etrafta uçursa

Now I've said too much /Şimdi yeterli konuştum
I thought that I heard you laughing /senin güldügünü duydugumu sandım
I thought that I heard you sing /Şarkı söyledigini duydugumu sandım
I think I thought I saw you try /Senin denerken gördügümü sandım

But that was just a dream /Ama bu sadece bir rüyaydı
That was just a dream /Bu sadece bi rüyaydı

Midnight in Paris

Bu yıl "Cannes film Festivali"nin açılış filmi. filmin http://eksisinema.com/ 'da "Midnight In Paris: Woody Allen’ın Sürreal Tablosu" başlıklı çok güzel bir analizi yapılmış. Okuduğumda kesin izlemeliyim dedim:
"Arada bir özleyip New York’a dönse de son yıllarda Avrupa’nın güzeller güzeli şehirlerini adım adım dolaşan, Barcelona’ya Londra’ya ve şimdi de Paris’e filmlerindeki en özel rolü veren Woody Allen, yine kendi sinema dünyasının tüm bilindik elementlerini gururla taşıyan bir filmle Midnight In Paris ile geri dönüyor. Geçen sene izleme şansı bulduğumuz, önceki filmlerine nazaran başarısız olduğunu gördüğümüz “You Will Meet a Tall Dark  Stranger”dan kısa süre sonra “klişeleşmiş” Woody Allen yaratıcılığıyla geri dönüyor Woody Allen, Midnight In Paris ile.
Amerika’lı bir çiftin sanata, Paris’e ve elbette ki hayata ne kadar farklı baktıklarını, birbirleriyle ne kadar uyumsuz olduklarını, birbirlerini hiç ama hiç anlamadıklarını hissederek başlıyoruz Woody Allen’ın filmine. Evlenme arifesindeki bu kadın ve erkeğin, uyumsuzluklarını anlamalarındaki en büyük etken elbette ki, güzelliğiyle göz kamaştıran, ona doğru açıdan bakarsan sana hayal ettiğin her şeyi verebilecek olan Paris şehri. Kulağa öyle allenvari geliyor ki…
Gil karakterinin, zaman makinesini andıran bir araçla, kendine göre “Altın Çağ” olarak addettiği bir zaman dönemine gitmesiyle birlikte erken 1900’ler sanat külliyatını çok etkili ve komik bir biçimde arkasına alan film, bu güne kadar hiç karşılaşmadığımız renkte bir sinemasal tat sunuyor. Gil karakterinin ve sanatsever herkesin, ulaşılmaz bulduğu ve hayran olduğu önemli şahsiyetler, bir anda biraz da absürd bir şekilde peydah oluyorlar. Ernest Hemingway’den Salvador Dali’ye, Pablo Picasso’dan Cole Porter’a, Luis Bunuel’den Zelda Fitzgerald’a birçok önemli şahsiyet biraz da karikatürize edilerek, Gil karakterinin fikir danıştığı hatta akıl verdiği ulaşılabilir kişiler haline dönüşüyorlar.

Filmin Woody Allen sinemasından hoşlanan birini üzme şansı yok.
İşin ilginç ve takdir edilmesi gereken yanı, Woody Allen bütün bu önemli kişileri bile isteye karikatürize ederken -hatta yeniden çizerken-, ne olayla ilişkili sanatsal geçmişe zarar veriyor, ne de sanat çevrelerinden tepki çekebilecek ukala bir tavır sergiliyor.  Allen, mevzuyu son derece kişiselleştirerek, işin eğlenceli kısmını ön planda tutan ve elindeki bu ağır malzemeye rağmen son derece hafif bir filmle karşımıza geliyor. Her zaman yaptığı ve muhtemelen her zaman da yapacağı, Woody Allen’ı, Woody Allen yapan ana meseleden ise hiçbir zaman vazgeçmiyor. Bütün bu fantezi dünyasını, yine bir kadın-erkek ilişkisinin altında kurguluyor. Etrafta bu kadar şey olup biterken, seyircisine sinemanın büyüsüyle “her şeyi normal karşıla” mekanizmasını öyle kolay öğretiyor ki Woody Allen, filmin bu sürreal dünyasına adım atmanız hiç zor olmuyor.
Owen Wilson’ın hep alışık olduğumuz karakterini biraz daha geliştirip boyutlandırarak başarıyla sunduğu filmde bütün oyunculuklar, her Woody Allen filminde olduğu gibi, başarılı. Geniş bir oyuncu kadrosunu yine çok iyi bir şekilde idare etmeyi başarıyor Allen. Rachel McAdams’ın sinir bozucu karakterini Marion Cotillard’ın ise “hayallerin kadını”nı son derece başarılı bir oyunculukla canlandırdığı filmde Kathy Bates, Adrien Brody, Michael Sheen ve Carla Bruni gibi tanıdık simaları da baskın bir şekilde görmek mümkün. Bütün karakterlerin bir Woody Allen filmi için yazılmış olduğu o kadar belli ki, hiçbir karaktere yabancılık çekmiyorsunuz. Daha önce de belirttiğim gibi, Woody Allen yine kendi sinemasının klişeleşmiş yaratıcılıklarından çok büyük güç alıyor.
Woody Allen’ın sinemayla ve “kadın-erkek” ile olan derdi hiçbir zaman bitmeyecek gibi gözükürken, Allen, Match Point’ten bu yana çektiği en iyi filmi sunmanın gururunu yaşıyordur mutlaka. Cannes’da galasını yapıp orada da büyük bir beğeniyle karşılanan Midnight In Paris, Woody Allen sinemasını seven herkesi mutlu edecektir."
iyi seyirler...;)

7 Ekim 2011 Cuma

“Bir Zamanlar Anadolu’da”


64. Cannes Film Festivali’nde "Jüri Büyük Ödülü"nü kazanan ve "Oscar" (84. Akademi Ödülleri) "En İyi Yabancı Film" kategorisinde aday adayı olan ve geçtiğimiz haftalarda vizyona giren "Bir Zamanlar Anadolu’da" filmini izlemek istiyorum
sırf dikkatleri üzerine çeken başarılı yönetmen Nuri Bilge Ceylan için değil çünkü yönetmenin yine vizyona girdiği dönemde üzerinde çok konuşulan diğer filmlerini izlemediğim gibi...
izlemek istiyorum evet H.Bıçakçının yorumu; http://www.afilifilintalar.com/iki-ceset-bir-otopsi
merak ettim evet insanın kendinden kaçışını ve çatışmalarını nasıl yansıttığını görmek istiyorum.
merak ettim evet temel sorunumuz "algı" ve "iletişim" dilemmasını görmek istiyorum.
merak ettim evet iki ceset biri karekterlerin içindeki diğeri bir insan; gerçek ve mecaz anlamın birleşimi ; yansıyanları görmek istiyorum
"...Filmin otopsi sahnesindeki "kumu umursamama" gerçeklerin farkına varılsa bile bununla baş etmenin zor olacağı için bu sorunlar yokmuş gibi yapıp, karakterlerin hayatlarına devam edeceğini, yalan ve görmezden gelmenin özelde bu karakterler, genelde ise insanoğluna ait bir "hastalık" olduğunu vurgusu..."

izledikten sonrası...;)

6 Ekim 2011 Perşembe

Jobs died; rest of us,uneaten portion of the apple ;)


O “Ömrünün sonuna kadar sadece şekerli su mu satmak istiyorsun yoksa dünyayı mı değiştirmek istiyorsun?” sorusunun cevabını bilen biriydi...
O “Stay Hungry. Stay Foolish.” diyecek kadar inanılmazdı...

Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninden;

“Bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden hiç mezun olmadım. Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!

Sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. Hepsi bu. Büyütülecek birşey değil. Sadece üç hikaye.

İlki noktaları birleştirmekle ilgili.

İlk 6 aydan sonra Reed Üniversitesinde derslere girmeyi bıraktım, ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar daha okulda kaldım. Okulu neden bıraktım?

Olay ben doğmadan başlamıştı. Biyolojik annem genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar vermişti. Beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu, sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için herşey hazırdı. Tek sorun, ben ortaya çıktıktan sonra, beni evlat edinecek çiftin esasında bir kız çocuğu istediklerini anlamış olmalarıydı. Bir gece yarısı, bekleme listesinde olan müstakbel aileme bir telefon geldi: “Elimizde beklenmedik bir erkek bebek var, onu istiyor musunuz?”. Onlar da “tabii ki” diye yanıtladılar. Biyolojik annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrendiğinde evlatlık verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı reddetti. Ancak birkaç ay sonra, ailemin beni üniversiteye yollayacaklarına dair söz verdikten sonra ikna oldu.

Ve 17 sene sonra üniversiteye başladım ama saf bir şekilde neredeyse Stanford kadar pahalı bir okul seçtim, ve emekçi ailemin bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. Altı ay sonra, buna değmeyeceğini farkettim. Hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl fayda sağlayacağını çözememiştim. Ve orada durmuş ailemin hayat boyu biriktirdiği parayı harcıyordum.. Sonuçta okulu bırakmaya ve herşeyin yoluna gireceğine inanmaya karar verdim. O zaman çok korkutucu gelmişti ama geriye dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum. Okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri almama gerek kalmamıştı. Böylece sadece bana ilginç gözüken derslere girebilecektim.

Bu aslında hiç de romantik bir durum değildi. Yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir yemek yemek için 7 mil uzaktaki Hare Krishna kilisesine gidiyordum. Çok güzeldi. Merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü.

Bir örnek vereyim: O zamanlar Reed Üniversitesi muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. Kampüsteki her poster, çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. Okulu bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. Serif ve san serif yazı karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. Çok güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde bunu yakalayamazdı ve ben bunu muhteşem buldum. Bunların hayatımda pratik bir uygulama bulma olasılığı yoktu. Ama on sene sonra, ilk Macintosh’u tasarlarken, bir anda aklıma geliverdi. Bunların hepsini Mac’te kullandık. Mac güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayardı.

Eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, Mac hiç çok yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara sahip olmayacaktı. Windows da Mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip olmayacağı muhtemeldir. Okulu bırakmamış olsaydım, o kaligrafi dersine girmemiş olacaktım, ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye sahip olamayabileceklerdi. Tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak birleştirmek imkansızdı. Fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda herşey çok ama çok berraktı.

Tekrar söylüyorum, noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. Bir şeye güvenmelisiniz – tanrıya, cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi bir şeye. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da bütünüyle değiştirdi.

İkinci hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili.

Hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi bulduğum için şanslıydım. Woz (Steve Wozniak) ve ben Apple‘ı 20 yaşındayken ailemin garajında kurduk. Çok yoğun çalıştık, ve 10 sene sonra Apple garajdaki iki kişiden, 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmüştü. En nadide ürünümüz Macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşına yeni basmıştım.

Ardından kovuldum.

Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl kovulabilirsiniz? Şöyle: Apple büyük bir şirket haline geldiği için biz de şirketi benimle birlikte yönetebilicek, yetenekli olduğuna inandığım birini işe aldık ve ilk sene işler iyi gitti. Fakat daha sonra, geleceğe yönelik görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. Bu noktada yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. Sonuçta 30 yaşında dışarıda kalmıştım. Hem de herkesin gözü önünde. Hayatımın odak noktası olan şey bir anda yokolmuştu, bu büyük bir yıkımdı.

Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden düşürmüş gibi hissetmiştim. Dave Packard ve Bob Noyce’dan bu başarısızlığım için özür diledim. Fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile düşündüm. Fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi farkettim. Apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. Dışlanmıştım ama hala aşıktım. Ve yeniden başlamaya karar verdim.

O zaman farkına varmamıştım ama Apple’dan kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu. Başarılı olmanın ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti, hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. Hayatımın en yaratıcı dönemine girmek üzere özgürleşmiştim.

Sonraki beş sene NeXT adında bir şirket kurdum, Pixar adında başka bir şirket, ve eşim olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. Pixar’da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmi Toy Story‘yi yarattık ve şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosuyuz. İnanılmaz olaylar zincirinden sonra, Apple NeXT’i satın aldı, ben Apple’a döndüm ve Apple’ın yenilenmesinin kalbinde NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. Ve Laurence ile harika bir aile kurduk.

Apple’dan kovulmamış olsaydım bunların hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. Tadı çok kötü bir ilaçtı, ama sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı.

Bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur. Sakın inancınızı kaybetmeyin.

Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. Ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerlidir. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanızdır. Ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçer. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin.

Durulmayın. Tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız. Ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın.

Üçüncü hikayem ölüm hakkında.

On yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:

“Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”

Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde) yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?” Uzun süre art arda, “Hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.

İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları – tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.

Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın. Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.

Bir yıl kadan önce bana kanser teşhisi kondu. Sabah 7:30?da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz bir şekilde görünüyordu. Bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bu tip bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve üç ila altı aydan fazla yaşamayı beklemememi söylediler. Bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. Bu, aileniz rahatı için gerekli herşeyin kısa zamanda yapılması demekti. Bu veda etmek demekti.

Bütün gün o teşhisle yaşadım. Akşama doğru biyopsi yapıldı, boğazımdan bir endoskop soktular, mide ve bağırsaklarımdan geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben narkozla uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları attığını söyledi. Benim kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. Ameliyat oldum ve şimdi iyileştim.

Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. Bu deneyimi yaşamış biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır.

Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.

Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşama dogmasına takılıp kalmayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. Bunun dışındaki her şey ikinci planda.

Gençliğimde, bizim neslin kutsal dergilerinden biri sayılan, The Whole Earth Catalog adında inanılmaz bir yayın vardı. Menlo Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960′lardan kalma, masa üstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.

Stewart ve ekibi bunun birçok baskısını yayımladılar ve dergi miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970′lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.

Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Aç Kalın, Budala Kalın (Stay Hungry. Stay Foolish).” Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. Aç Kalın, Budala Kalın. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, sizin için de aynı dilekte bulunuyorum:

Aç Kalın, Budala Kalın.

Hepinize çok teşekkür ederim.”

Steve Jobs.