27 Aralık 2011 Salı

SELUKEIA SIDERA (BAYAT) ANTİK KENTİ

Goldodk ekibi ile birlikte 25.12.11 tarihinde pazar günü Isparta Atabey İlçesi'nin 7 Km güneyinde yer alan Bayat köyü yakınlarında bulunan Sidera antik kentine gittik.

Kentin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kentle ilgili google'da yaptığım araştırma ekseninde aşağıdaki bilgiye ulaşabildim: 

Seleukeia Sidera (Bayat) antik kenti muhtemelen Seleukos Kralı Seleukos I (MÖ 312-280) veya oğlu Antiokhos I (MÖ 280-261) tarafından kurulduğu söylenmektedir. Roma İmparatoru Cladius (MS 41-54) tarafından şehrin adı Claudia Seleukeia olarak değiştirilmiştir. MS 7. yüzyılda yaşayan Hierokles Pisidia'daki Seleukeiadan bahsederken diğer Seleukeialarla karışmaması için sonuna Sidera (Demir) adını eklemiştir. Kentte surlarla çevrili Akropol (Yukarı Kent), akropolün kuzeyinde Yunan tiyatrosu tarzında yamaca oturtulmuş tiyatro yer alır.


Tiyatronun Cavea (oturma sıraları) kısmı tahrip olmuştur. Sahne binasına yanlardan girişi sağlayan Vomitorium (Tonozlu giriş) ayaktadır. Akropolün güneybatısında Hellenistik devir bir tapınağın podyumu vardır. Alt kısımda tabanı basamaklı, 180x120 cm ebadında 20 m uzunluğunda tünelle inilen bir sarnıç yer alır. Akropolün güneydoğu yamacında ovaya bakan kısımda ardındaki kayaya hatıl delikleri açılmış bir kutsal alan mevcuttur. Bu yapının güneyinde iki tarafı apsisli (yarımay) bir yapı ortaya çıkmıştır. Yapının güney cephesi düzgün kesme taş olup, ön kısmında mozaik döşeli bir taban bulunmaktadır.


Akropolün kuzeybatı yamacında geniş bir mezarlık alanı bulunur. Mezarlıkta Sanduka mezar ve bol miktarda oda mezar mevcuttur.

Mezarların bir kısmı yüzeyde bir kısmı ise yer altında oda gibi alanlardaydı. bu şekilde bir ayrım mezar sahiplerinin tamamen gelirleri ile alakalıymış mezarlarda baş tarafında hefif eğimli bir çıkıntı vardı. bu çıkıntılar ölen kişinin başının vucudundan biraz daha yukarda durmasını sağlamak içinmiş. öğrendiğim ilginç durumlardan biride ölen kişinin ağzına o dönemin parası konulurmuş. ölen kişinin sandalla gelip alınacağına inanıldığı için yapılan bir uygulamaymış sandalcıya bahşiş olsun diye ölünün ağzına para konulurmuş...ilginç(!)

21 Aralık 2011 Çarşamba

"Odundan Meyve"

"Benim Allahım
Marcel Proust’un çok yıllar önce keşfedip yazdığı gibi geçmişin anıları, kokular âleminin muhafızlığında saklanır ve her koku bir kapı açar o unutulmuş sandığınız zamanlara
.
Üstüne çörek otu serpilmiş pişkin pide kokusu, birçokları gibi beni de alır bir fırının kapısına götürüp bırakır. Vakit nedense sonbaharın son günleridir.  Hava serincedir ve akşam inmeye hazırlanır. Kendine bir iş yaratmak isteyen yaşlı amcalarla çocukların biriktiği uzun kuyruktakiler, minare ışıkları yanmadan önce pideleri alıp iftara yetiştirebilmek için telaşlarını saklayan bir sabırla beklerler.Sünnet hediyesi bir saati bileklerine takabilmiş olan çocuklar sık sık saatlerine bakarak iftar vaktini hesap etmeye uğraşırlar. Ben o çocukların arasında beklerim. Ayaklarım üşür hafiften, açlığımla gurur duyarım. Diğer çocuklar gibi benim de yüzümde başka zamanlarda pek rastlanmayan bir ciddiyet vardır, önemli bir iş yapmakta olduğumu bilirim. Ramazan’ı belki de en çok bundan severim. İftar sofrasına oturulduğunda kimse çocuk muamelesi yapmaz sana, oruç tutmaya başlaman büyüdüğünün işaretidir ve büyükler şefkatli bir saygıyla davranırlar büyümeye başlayan çocuklara. Fırına girdiğinde, pişkin hamur kokulu sıcacık bir buhar çarpar yüzüne.  Fırıncı, uzun saplı küreğini ateş renkli fırın kapağından içeri sokar ve olağanüstü bir ustalıkla içerdeki pideleri seri hareketlerle küreğinin üstüne dizip hızla çeker. Çıraklar, müşterilerin elleri yanmasın diye kâğıtların üstüne koyup verir pideleri. Ama ellerin gene de yanar. Konuşmalar kısa kısadır, kaç tane istediğini söylersin sadece. Elinde hazırladığın parayı verirsin, aceleyle alırlar. Kutsal bir ortaklık, herkesi iftara zamanında yetiştirebilmek için müthiş bir yardımlaşma vardır. Kimse kimsenin sırasını kapmaya çalışmaz. Ezana birkaç dakika kala pideleri alıp hızla koşmaya başlarsın, bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olursun ama zaferle girersin eve. Sofra hazırdır. Herkes sofranın başındadır. Topun patlamasını sofrada beklemek sevaptır çünkü. Teyzen hemen pideleri parçalayıp bir kayık tabağa dizer. Sen de sofraya oturursun. Top patlar. Hayır, acele etme, açsın ama gene de aç değilmişsin gibi uzanmalısın o ilk zeytin tanesine. Büyük bir adam gibi.
Sen artık büyüdün, sen oruç tutuyorsun, sen bu sofrada saygı görüyorsun. Ve, Allah seni seyrediyor. Her davranışını görüyor, onun için oruç tuttuğunu biliyor, telaş ederek onu utandırmamalısın, sabrı öğrenmelisin. İlk zeytinin damağına yayılan kekremsi tadı, sonra bir bardak su. Sonra çorba. Çorbadan sonra ilk mırıltılı konuşmalar. Gerçek, saf, içe işleyen bir mutluluk, bir sevinç, büyük bir koruyucun olduğuna inanan o mutlak güven ve huzur. Sen iftarını açarken Allah sana gülümser, memnun olur, sen iyi bir çocuksun seni sever, sen onu seversin. Benim Allahım öyleydi, severdi beni, onu kızdırdığımda bile severdi, ben de onu severdim, korkmazdım hiç ya da diyelim babamdan korktuğum kadar korkardım, daha fazla değil.
Ne garip beni Allahın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allahıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu.
“Bu benimki değil” dedim, dinimiz birdi ama Allahımız farklıydı artık. Yollarımız ayrıldı.
Ben çocukken teraviye korktuğumdan gitmiyordum ki, oraya sevindiğimden gidiyordum, Allah gülümsesin diye gidiyordum, memnun olsun diye gidiyordum ve o memnun olduğunda ben çok seviniyordum. İyiydi bizim aramız. Konuşurduk bile. O bana pek cevap vermezdi, daha ziyade ben söylerdim o dinlerdi, isteklerimi samimice anlatırdım, “şu sınıfı geçmeme bir yardım etsene” derdim, sesini duymazdım ama gülümseyip “böyle haylazlık edersen benden yardım bekleme” dediğini sezerdim, hiç gücenmezdim, gülümserdim, “çalıştıktan sonra ben de geçerim ne olacak” demezdim ama aklımdan bunun geçtiğini onun bildiğini bilirdim. Küstü mü acaba diye endişelenirdim. Kızması değil ama küsmesi kötü olurdu, bak küsmesinden korkardım. Onu küstürecek bir şey yapmadım. Büyüdüm, günah işledim ama onu küstürecek günahlar değildi bunlar, bilerek kimseye kötülük etmedim, kimsenin hakkını yemedim. Benim günahlarıma sizin Allahınız çok kızabilir, benimki kızmaz işte, belki bana şöyle bir parmağını sallar ama o kadar. İyidir o, çok iyidir. Onun için belki ben, fırın kapısında pide bekleyen çocuğu böylesine şefkatle ve sevinçle hatırlarım.
Onun için belki ben, işler çok sıkıştığında şöyle gökyüzüne doğru bir bakarım."

Ahmet Altan
30 Ağustos 2009/Taraf

"Ne garip beni Allahın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allahıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu" diyen bir insan 2 yıl sonra böyle diyor;

Allah: "Yarattığının bu mükemmelliği bulabilecek yeteneğinde billurlaşmasını arzulayan bir sanatçı"
 "....İyi dindarları seviyorum, onlarla konuşmayı seviyorum. İyi bir dindar, dürüst ve güvenilir bir insan demek benim için. Allah'ın cezalandırmasından değil, Allah'ı gücendirmekten, kendilerini "yaratanı" yaptıklarıyla üzmekten korkuyorlar. İbadetlerini" yerine getiriyorlar elbet ama asıl ibadetin hayatın her ânını, kulun her "amelini" kapsadığını, her sözün, her davranışı...n, her ilişkinin ibadetin bir parçası olduğunu biliyorlar. Dürüstlüğün, cesaretin, hoşgörünün, tevazuun, hakperestliğin dindarın vazgeçilmez özellikleri olduğunun farkındalar. Allah'ı ve dini anlatışlarında bir neşe ve sevinç var. Çantacı Abi diyor ki: "Allah odunla besliyor bizi." Yüzüne anlamadan şöyle bir bakıyorum. Şaşıracağımı, anlamayacağımı bildiği için benim tepkimi muzip bir gülücükle karşılıyor. "Allah" diyor, "odundan elma yapıyor, odundan üzüm yapıyor, odundan meyve yapıyor, bakıyorsun dallı budaklı bir odun duruyor toprağın üstünde, bir bakıyorsun o odunun ucunda kırmızı elmalar var." Ben her meyvenin bir mucize olduğunu biliyorum ama bunu "odundan meyve" diye tarif edince mucize gözümde daha iyi canlanıyor. Allah'ın yarattığı her derdin "devasını" tabiatın bir köşesine sakladığından, kullarının bunu bulmasını beklediğinden konuşuyoruz. Yaşamak, bulmak demek. İnsanoğlu ağır ağır buluyor. Hazır verilmiyor hiçbir şey. Bunun bir amacı, bir nedeni var elbet. Bir "dert" veriliyor, bir "derman" bulunması isteniyor. Bilmiyorum ama sanırım Tanrı'nın en büyük emri tek kelime: "Ara!" Aramamızı, bulmamızı istiyor. Çünkü "tekâmül" etmek, gelişmek, olgunlaşmak, ilerlemek ancak aramakla mümkün, aradıkça yürüyoruz. Bütün hayvanları mükemmel yaratan Allah, bir tek insanı bu mükemmellikten uzak tutuyor. Verebileceklerinin hepsini vermiyor. Onun yerine, insanın "arayabileceği" geniş bir arazi bağışlıyor ona, istiyor ki bu arazide tek başına yürüsün, arasın, bulsun, ilerlesin ve "yaratıcısını" bu ilerleme yeteneğiyle sevindirsin. Körü körüne bir inancın, sığ bir cehennem korkusunun, bencil bir cennet talebinin, şekilci bir ibadetin onun gibi eşsiz bir yaratıcıya yetmeyeceğine, her büyük sanatçı gibi sadece kendisine değil, "yarattığına" da saygı ve hayranlık beklediğini düşünüyorum. Bu saygıyı gösterenler, kendilerini sadece bir "kul" olarak değil aynı zamanda bir "eser" olarak da görüp, bu eseri hayatlarının her ânında mükemmelleştirmeye çalışanlar benim için iyi dindarlar. Onun için seviyorum onları. Onun için onlara güveniyorum. Eksik olduğumu biliyorum, bu eksikliği tamamlamaya gücümün yetmeyeceğini de... Ama iyi dindarlarla konuştuğumda, onlar, "mükemmele" yürüyen bir bütünün parçası olduğumu bana hatırlatan armağanlar oluyorlar."
Ahmet Altan/18.12.11 Taraf Gazetesi

20 Aralık 2011 Salı

"The Message of the Qur’an"

...Bu yılın sonbaharında bir gün Berlin metrosunda seyahat ederken gördüğü yüzlerin istisnasız hepsinin derin ve gizli bir acıyla kasılı olduğunu müşahede etti. Duyduğu sarsıntıyla bunu yanındaki Elsa'ya açtı. Elsa şaşkınlıkla "Bir cehennem azabı çekiyorlar sanki... Acaba kendileri bunun farkındalar mı?" cevabıyla onu tasdik etti. Esed bu acıları ve ıstırapları insanların gerçeksiz, inançsız ve fasılasızca refah peşinde olmalarına bağlar. Eve döndüklerinde masada açık kalmış MushaPı gördü. Kapatıp kaldırmak için uzandığında gözü Tekâsür suresine ilişti. Birden surenin o gün metroda yaşadıklarının tam bir yankısı olduğunu hissetti ve şunları düşündü: "Bütün çağlarda insanlar tamahı, açgözlülüğü tanımışlardır: ama tamah ve açgözlülük başka hiçbir çağda bugün olduğu kadar ... ciğer sökücü bir hırs halinde kendini açığa Vurmamıştı. ... İnsanların boyunlarına binmişti ifrit; kamçısını tam yüreklerinin başına indiriyor ve uzaklarda alayla göz kırpan yalancı hedeflere doğru dehliyordu onları. ... Ne kadar hikmetli olursa olsun bir insan, yirminci yüzyıla özgü bu acılı koşuyu kendiliğinden bilemez. Böylesine hakim bir perdeden, böylesine apaçık bir üslupla dile getiremezdi. Hayır Kur'an'da konuşan, Muhammed (S.A.V.)'in sesinden daha güçlü, daha yüksek bir sesli ve bütün zamanları aşarak ulaşıyordu insan kulağına..."....

"Mekke'ye Giden Yol"dan

"Günde bir kaç kez namaz için toplanıyorlar ve eğer hava yağmurlu değilse namazlarını açıkta kılıyorlardı. Uzun tek bir safta toplanıyorlar ve Hacı da önlerine geçip imamlık yapıyordu. Hareketlerindeki düzen ve uyumla askerlere benziyorlardı; hep birlikte Mekke yönüne, birlikte eğilir, sonra kalkar ve birlikte diz çökerek alınları üzerine yere kapanırlardı. İki secde arasında seccadesi üzerinde, yalın ayak, elleri önünde bağlı, dudakları sessizce kıpırdayan ve kapalı gözleriyle derin bir huşu içinde dalıp giden imamın, bütün kalbiyle dua ettiğini görürdünüz; ötekiler, imamlarının işitilmeyen sözlerini izliyor olmalıydılar,
Böylesine içten bir duanın bir takım mekanik bedeni hareketlerle birleştirilmesi beni nedense biraz tedirgin ediyordu bir gün, biraz İngilizce bilen Hacı' ya bu konuyu sordum;
- Allah'ın sizden ona duyduğunuz saygıyı eğilerek, diz üstü oturarak ve yere kapanarak göstermenizi istediğine gerçekten inanıyor musunuz? İnsanın sadece kendi , içine bakarak; yüreğin sükûneti içinde dua etmesi daha uygun olmaz mı? Bütün bu bedeni hareketlerin hikmeti ne?
Daha bunları söyler söylemez, pişmanlık duymaya başladım; yaşlı adamın dinî duygularını incitmek istememiştim. Fakat Hacı hiç de gücenmiş görünmüyordu. Dişsiz ağzıyla gülümsedi ve şöyle dedi:



- Başka nasıl ibadet edebiliriz ki Allah'a? O, bedeni de, ruhu da birlikte yaratmadı mı? Böyle olunca da insanın ruhuyla olduğu kadar bedeniyle de dua etmesi gerekmez mi? Bakın, biz Müslümanlar duamızı niçin böyle yaparız anlatayım size. Yüzümüzü Kâbe'ye, Allah'ın Mekke'deki beyt-ül Haremine çeviririz ve biliriz ki, o anda dünyanın neresinde olursa olsun, namaz kılan bütün Müslümanlar, hepsi yüzlerini Kâbe'ye çevirmişlerdir; bir tek vücut gibiyizdir ve düşüncelerimizin merkezi de O' dur. Önce ayakta durarak Kur'anı Kerimden bölümler okuruz, bunu yaparken, okuduğumuz kelâmın, insana hayatta dimdik ayakta kalması, sebat etmesi için verilen Allah Kelâmı olduğu bilinci içindeyizdir. sonra 'Allahu Ekber' (Allah en büyük! ) deriz; Bununla Allah'tan başka kulluk etmeye değer başka hiç kimsenin, hiç bir şeyin olmadığını dile getirir ve bunun apaçık bir gerçek olduğunu bir daha duyar ve bu gerçeğe bir daha tanıklık ederiz.
Sonra o her şeyden yüce olan Allah'a duyduğumuz saygıyı, bu yüceliğin önünde eğilerek gösterir, Onun gücünü, celâl ve azametini övgüyle anarız. Ve Onun önünde bir toz zerresinden, yokluktan, hiçlikten başka bir şey olmadığımızı, Onunsa bizim yüceler yücesi yaratıcımız, ve Rabbimiz olduğunu duyarak alınlarımızın üzerine coşkuyla yerlere kapanırız. sonra alınlarımızı yerden kaldırır ve oturup, günahlarımızı bağışlaması, bizi rahmetiyle yargılaması, doğru yola yöneltmesi, bizi sağlık ve rızkla nimetlendirmesi için dua ederiz, Onun haberini bize ulaştıran Muhammet (s.s.)'e, Ondan önceki peygamberlere, bize, kendimize ve doğru yolu izleyen herkese Allah'ın selâm ve rahmetini dileriz. Bize bu dünyada da öteki dünyada da iyilik ve güzellik ihsan etmesini niyaz ederiz Allah'tan. Ve sonunda da, başımızı sağa ve sola çevirerek, nerede olursa olsun, doğru yolda olan herkese selâm vererek namazdan çıkarız. Peygamberimiz böyle namaz kıldı, böyle dua etti ve kendisini izleyenlere de böyle yapmalarını öğretti, bu onların kendilerini isteyerek ve ta yürekten Allah'a teslim edebilmelerini -ki İslam'ın anlamı da budur ve Onunla da, kendi kaderleriyle de barış içinde yaşayabilmelerini sağlamak içindir."  (Muhammed Esed)

13 Aralık 2011 Salı

Erich Fromm "to have or to be"

...Türkçede de birçok okuru bulunan, özellikle de “Özgürlükten Kaçış”la tanınan Erich Fromm’un o sıralarda çıkmış olan kitabı “Sahip Olmak ya da Olmamak” adını taşıyor.

Öğrenciler bu büyük beyinden ne alabiliyor, söylediklerinin ne kadarını algılıyor bilinmez ama aralarından biri konferansın sonunda Fromm’a bir soru yöneltiyor. “Sahip Olmak ya da Olmamak adlı kitabınızda, bildiğimiz anlamda varlık ve yokluğu mu anlatıyorsunuz yoksa bu isim daha çok yaratıcılıkla mı ilgili. Mesela erkek güçlü görünür ama yaratan, doğuran, dolayısıyla türün devamını sağlayan kadındır. Bunu mu anlatmak istediniz?”

Filozof bilim adamı bu ufak tefek öğrenciyi dikkatli gözlerle süzüyor ve “Herkes gittikten sonra biraz kalır mısın benimle!” diyor.

Ve öyle de oluyor. Öğrenci ile Erich Fromm kütüphane salonunda baş başa kalıyorlar. Fromm onun merak ettiği konuları cevapladıktan sonra; “Belli ki sen düşünen bir insansın. Hayatın boyunca hiç unutmaman gereken bir şey söyleyeceğim sana. İleride zaman zaman kendini yalnız hissedeceksin, bunalacaksın. O zaman gökyüzüne bak. Göreceksin ki ışık saçan yıldızlar tek tektir, gökyüzüne serpiştirilmiştir, yalnız başınadır, örgütsüzdür. Buna karşılık karanlık örgütlüdür, bütündür, her yeri kaplar. Umutsuzluğa düşme ama bu gerçeği de hiç unutma.”

Sonra delikanlıya soruyor: “Şimdi söyle bakalım. Kimsin, nesin?”

Genç adam “İsmim Hüseyin!” diyor. “Almanya’ya göçmüş bir ailenin çocuğuyum.”

Erich Fromm ayrılırken Hüseyin’e diyor ki “Bak delikanlı. Bundan sonraki öğrenimini ben karşılayacağım. Erich Fromm bursuyla okuyacaksın.”....


Yukarıdaki metni ZülfÜ Livaneli'nin 13.12.11 tarihli "Karanlıkta yıldız gibi parlayan bir hekim" yazısından aldım
Büyük insanların büyüklüklerini büyük sözlerinden değil büyük sözler söylemelerine neden olan yaşam tarzları ve tarzlarının başkalarında şekillenmesi belirliyor sanırım.
                         Kaynak: http://socialismoryourmoneyback.blogspot.com/2009/12/erich-fromm-part-2.html
Erich Fromm; 20.yy'da yaşamış Almanya doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist ve sosyologdur. İnsancıl dünya görüşünü benimseyen Fromm, kapitalizmi ve komünizmi karşıt düşünceleri ile bilinmektedir.

"to have or to be" (sahip olmak ve olmak) kitabında "sahip olmak" ve "olmak" kavramlarını sorgulamakta ve sorgulatmaktadır. "Sahip olmak", istediğini elde edip onu kendi egemenliğine almak ve saklamak şeklinde bir tutkudur. İnsanın bulunduğu toplumdaki değişim ve gelişmeler sonucu ortaya çıkar. "Olmak" ise insanın varolan özelliklerini değerlendirmesi ve zenginleştirmesiyle oluşur.

Kitapta yer alan üç şiirde üç şairin ayrı ayrı bir çiçeğe yaklaşımları yer almaktadır. Kitabın özünü bu şiirler ve şairler çok iyi anlatmakatdır. Yoldan geçerken çatlak bir duvarın arasında açmış küçük çiçegi farkeden (olmak) Japon şairin mısraları, beğendiği çiçegi koparan (sahip olmak) Amerikan şairin mısraları ve beğendiği çiçegi kökünden sökerek bahçesine diken Alman şairin mısraları

Bu eksende islami literatüre bakıldığında;

Allah insana verdiği “akıl nuru” ile Allah insanı yeryüzünün imar ve tamirine görevlendirdi. Bu nedenle Allah insanı halife yaptı ve eşyayı onun emrine vererek yeryüzünün imar ve tamirine muktedir kıldı. Her şeyi emrine verdi. (Bakara, 2:29-30; Hud, 11:61) Akıl nuru ile yeryüzünün nizamı ve insanlığın idaresi zuhur eder. Bu nedenle halifelik mahlukât üzerinde idarecilik yetkisidir. (Nur, 24:55; Neml, 27:62; Bakara, 2:30)
Her şeyin mülk ve melekût yüzleri Allah’a çevrilmiş olduğu için “Siz nereye yönelirseniz Allah’ın vechi oradadır.” (Bakara, 2:115)
“Ben kulumun gören gözü, işiten kulağı ve gören gözü olurum” (Buhari, Rikak, 38; Müslim, Birr, 43)

Ibn Arabî'ye göre Allah'ın varlığı âleme nisbetle bir ayna gibidir; duyulur ve akledilir türden bütün varlık o aynada görünür. Bunun tersi de düşünülebilmektedir; yani Allah'ın zâtında hiçbir değişme ve çoğalma söz konusu olmaksızın O varlığa tecellî etmektedir; dolayısıyla tüm varlık Allah'ın aynası durumundadır. Bu öğretide Allah gerçek varlık kâinat ise geçici gölge varliktır. Aslında mümkün varlıkların temeli yokluktur (adem) çünkü sonlu sınırlı ve zamanlı olan bir şeyin varlığı vehim ve hayâlden başka bir şey değildir. Zira nesneler her an var ve yok olmaktadır fakat bu durum o kadar hızlıdır ki duyu ve akıl onları daima var olarak görür. İbn i Arabî tek ve gerçek varlık olan Allah'dan bu evrenin nasıl meydana geldiğini yani bırden çokluğun nasıl oluştuğunu yorumlarken anahtar kavram olmak üzere "sabit gerçeklikler" terimini kullanır. Bu Allah'ın evren hakkındaki bilgisine ait hakikatlerdir. Bir başka söyleyişle Allah'ın ezelî bilgisindeki modellerdir; bu sebeple sâbit gerçeklikler denilmektedir. Allahın isim ve sıfatlarının biçimleri olmalarından dolayı ilâhi gerçekliklerdir. Aynı zamanda bunlar varlığın gerçekleşmesinin dayanığıdır. A`yân-ı sâbitenin ilâhî feyiz sayesinde dışa vurması varlığın ortaya çıkmasını sağlamıştır.

11 Aralık 2011 Pazar

Dedemin İnsanları...

Çağan Irmak'ın son filmi Dedemin İnsanları

dün izledim

Filmde güzel müzikler kullanılmış. bunlardan biri; Crystal Gayle/Somebody Loves You

http://www.youtube.com/watch?v=TDAR1ViUge8
It's been a long time since you went away
I stop to think of you most every day
with all my heart I'm hoping you're okay
guess who loves you, somebody loves you

I couldn't reach you by the U.S. mail
you didn't leave a very easy trail
I tried to telephone to no avail
guess who loves you, somebody loves you
I do
Na na na na na na na na na

I know the matter is the game I played
I'll never reach you any other way
So I send this one thought to you every day
guess who loves you, somebody loves you
I do
Na na na na na na na na na

yine filmin sonunda çalan Gülbahar şarkısıda dinlemeye değer;

http://www.youtube.com/watch?v=fkfAf_vIDQw&feature=related

Babam ve Oğlum filmini izlediğimde de çok etkilenmiştim oyunculardan senaryodan fakat filmin içinden biri olmamıştım sinema tadında etkisi iyiydi oyunculuk ve yönetmenlik iyiydi beğenmiştim filmi....

Dedemin İnsanları filmi vizyona girdiğinde Babam ve Oğlum tadında bir film olduğu kanaati vardı. Popüler kaygının yansıması gibi gelmişti bana...

Babam ve Oğlum gibi doğal, samimi, gerçek, duygusal, iyi, fedakar gibi dinsel öğretileri dönemin ideolojisi ile birleştirerek tek taraflı bir bakış açısı beklemiştim.

Beklentilerimin aksine Dedemin İnsanları; Çağan Irmak'ın profesyonelliğini tam anlamıyla göstermiş olduğu çok güzel bir film. Filminde;

"yakın tarihimize dair birer dönüm noktası olan olayları, yine çok fazla politize etmeden ve olayların orta yerinde savrulan, örselenen yüreklerin dramından hareketle resmetmeyi yeğlemiş".
"Henüz yedi yaşında iken Girit'ten zorla gemilere doldurularak anavatana göçe zorlanan bir ailenin oğlu olan Mehmet Bey, aradan geçen uzun yıllara rağmen zihnine bölük pörçük ve silik görüntülerle kazınmış beyaz taşlı evlerini unutamamakta, karşıda bıraktığı komşularına hitaben yazdığı  mektupları şişelerin içinde denize bırakarak avunmaktadır. Göç esnasında gemide yaşamını yitiren kardeşi için yaptırdığı temsili mezar dışında, özlemle andığı geçmişi ile bağını güçlendiren bir başka kişi, ölen kardeşi yerine koyarak daha özel bir sevgi beslediği torunu Ozan'dır. Dedesine içten içe büyük bir hayranlık ve sevgi besleyen küçük Ozan ise "gavur bozması" dedesi sebebiyle etnik kimliği konusunda kafası karışık, kendisini sürekli Türk olduğunu vurgulamak zorunda hisseden, uyumsuz ve ele avuca sığmaz bir çocuktur."
Filmin Mehmet Bey'in ve ailesinin mubadele döneminde yaşadıklarının yansıtıldığı sahne filmin başından beri duygusallığını saklayan seyircinin gözyaşları ile duygusallığını açık etmesine neden oluyor.
Dedemin İnsanları'nın başarısının altında yatan faktörler senaryosu, yönetmenliği, oyunculuğu olarak çok rahat sayılır. gerçekten de öyle ama bence filmin başarılı kılan temel faktör geçmişimiz...herkesin ailesinden en az bir insanın şahit olduğu hikayelerin yansıtılması....ve kocası hiç gelmeyen kadın... Ozan, babası... çırak tahsin...Peruzat...herkes filme dahil oldu karekterler sayesinde...
Mehmet Bey'in (Çetin Tekindor) göç hikayesini seyirci kendi büyüklerinden dinler gibi izledi...
Filmin temel karekteri Mehmet Bey filmin bütün ağırlığını taşıyor büyük oyuncu Çetin Tekindor rolünün hakkını ve zorluğunu çok kolay üstlenmiş
Mehmet Bey'in beklenmeyen sonu bende olumlu bir izlenim bırakmadı. hayalleri olan (Girit'e tekrar gitme evlerini görme) olgun, akıllı, inançlı (her ne kadar yaşadığı gibi inanma; geleneksel hataları normalmiş gibi gösterme gibi hatalar olsada) tutarlı bir adamın bir sabah kalkıp, sevdiği herşeye veda ederek, hiç tereddüt etmeden kendini denize teslim etmesini anlasamda filmde Mehmet Bey karekterininin sonunun öyle olmasını istemezdim (yönetmen ve senarist yapımcının kaygılarını minimum tutmak istemiş sanırım tamamen duygusal gerçek değil biraz sosyoloji biraz psikoloji bilgisi olan bir insan filmdeki karekterin intihar edecek kadar zayıf olmadığını anlayacaktır. Damadını ayağa kaldıran onu motive eden ailesini toplayan iyiliği insanlığı güzelliği torununa öğreten bir insan neden intihar etsin?....


Filmden replikler

"çocuk değilim ben benim adım Ozan. boşuna bekleme senin kocan gelmeyecek anarşik o! öldü de hem oh canıma değsin"
"köpeksiz köyün sopasız delisi"
"orada Türk tohumu burada Yunan gavuru"
“Bavulları hiç sevmiyorum efendim. Çok hüzünlü şeyler. Hep geri dönüp gitmeyi hatırlatırlar.”
 "İnsanın canını en çok sevdikleri acıtabilir"
"Bizim buralarda tam akıllı kim var Allah aşkına, herkes azcık üç şekerli"
"biz aslında mercedes bile alırız ama dedem fakirlere ayıp olur diyor"
"ah babam benim be!"
"nokta koymak her zaman zordur; ama tamamlanmış cümleler, tamamlanmamışlardan daha az acı verir."
"ben gördüm; çok gördüm;
 erken yaşlandım. bir daha da çocuk olmadım zaten."
"-dükkanı neden kilitlemiyorsun dede?
 -gündüz vakti dükkan mı kilitlenir oğlum? komşulara ayıp onlara güvenmediğimizi düşünürler hem gelen müşteriler ne düşünür sonra kapı duvar"

"Kırk yıllık assoliste şarkı mı öğretiyon sen?"

9 Aralık 2011 Cuma

"...emrolunduğun gibi dosdoğru ol...

Bu fotograf çölde, günbatımında yukarıdan çekilmiştir. Yakından bakarsanız develerin ayaklarının altındaki beyaz çizgilerin develerin kendisi olduğunu farkedeceksiniz. Deve olarak imgelediğiniz karartılar ise yalnızca gölgelerden ibarettir.

Bu fotograf gördüğümde büyük tefsir alimlerinden Fahrettin er-Razi'nin Hud süresinin 112. ayeti için yapmış olduğu tefsir ile ilişkilendirmek aklıma geldi;

Hud Sure'sinin 112. ayeti:

"
Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol; seninle beraber tevbe edenler de (olsunlar). Aşırı gitmeyin. Zira O, yaptıklarınızı görür."


Bil ki Cenâb-ı Hak, açıkça vaad ve va'îdde bulununca, bunun peşinden peygamberine, "Emolunduğun şekilde dosdoğru hareket et" buyurmuştur. Bu söz, ister kendisiyle alakalı olsun, isterse vahyin tebliğ edilip, hükümlerin beyân edilmesiyle alakalı olsun, bütün akâid ve amel meselelerini içine alan, umûmî (genel) bir sözdür. Şüphe yok ki, gerçek istikamet (doğruluk) üzere bulunmak cidden zordur. Ben sana, bunun zorluğunu akl-ı selime kolayca gösterecek olan bir misal vereceğim. O da şudur: Gölge ile aydınlığın arasını birbirinden ayıran düz çizgi, enine bölünemez bir bütündür. Fakat bu çizginin, iki tarafını hissedip (gözle) iyice birbirinden ayırdedemezsin. Çünkü gölge tarafı, aydınlık tarafına yakın olduğu için, görülme bakımından birbirine karışır. Bundan dolayı insanın bakışı, herbiri diğerinden iyice ayırdedilecek şekilde, bu çizgiyi tam olarak göremez.
Bunu, verdiğimiz misalde anladığın zaman, ubûdiyyetin bütün kısımlarındaki misallerini de buna göre anla. Bunlardan birincisi, marifetullahtır. Bu marifetullah, kulun, "isbâf'ı kabul edip "teşbih"ten; "nefy"i söyleyip "ta'tîTden korunmuş olarak elde edebilmesi son derece zordur. Sen, diğer marifet makamlarını da, kendiliğinden düşün. Yine, gazab kuvvetiyle şehvet kuvvetinden ve birinin, ifrat ve tefrit olmak üzere, iki aşırt ucu bulunup, ikisi de kınanmıştır. Bu ikisini birbirinden ayıran, iki taraftan hiçbirisine meyletmeyecek biçimde ortada duran çizgidir. İşte bu çizgi üzerinde durabilmek zordur. Sonra bununla amel etmek daha da zordur. Binâenaleyh, böylece sabit olur ki, "sırat-ı müstakim"i bilmek, son derece zordur. İyice bilinse bile, onun üzerinde kalabilmek ve ona göre amel etmek daha zordur.
(Fahreddin Razi Tefsir-i)

İbn Abbas der ki: Rasûlullah (sav)ın üzerine bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir âyet inmiş değildir. İşte bundan dolayı Ashab'ı kendisine: Saçların çabuk ağırmaya başladı, dediklerinde, o: "Hûd ve kardeşleri olan diğer sûreler saçlarımı ağarttı" diye cevab vermişti. (Tirmizi)

warm springs

Bugün CNBC-e'de yakın tarih kuşağında ABD 32. başkanı (4 kez başkanlığa seçilen tek kişi) Franklin Delano Roosevelt'in (Amerikanların ifadesiyle FDR) hayatını anlatan beş emmy ödüllü film "Warm Strings" (Çevirisi azmin zaferi; ne alaka(!) ise...) zevkle ve hayranlıkla izledim. Film şimdi bitti. fedakarlık, mütevazilik, çaba, iyilik, gayret, çözüm, cesaret, güven, sevgi, saygı, destek....herşey filmde vardı.
Roosevelt, 39 yaşındayken salgın olan çocuk felci mikrobuna yakalanarak yürüme yeteneğini kaybetti. filmde tedavi için gittiği klinikteki diğer hastalarıda motive ederek havuzda yüzme dersleri veriyordu. ayakları tutmayan bir insanın yüzmesi zordur bu yüzden havuza girmek cesaret ister. filmin sonlarına doğru seçimler esnasında konuşma yapmak için çıkmadan önce yardımcısına "ben ne yapıyorum" diye sorduğunda;
"daha büyük havuza dalıyorsun" ifadesi geçtiği dönemdeki başkanlığının zorluğunu çok güzel anlatmaktadır. büyük buhranın yaşandığı yıllar ve tabi ikinci dünya savaşı yaşadığı zorluklarının genel görünümü. kararlığı, inancı ve halkın seviyesine inen, halkı anlayan, dinleyen kişiliğe sahip olması bu zorlukları başarıyla atlaymasını ve ABD halkının unutmadığı bir kişiliğe dönüşmesine nedendir.
sözün özü filmi izledikten sonra etkisinde kaldığım biri. gerçekten filmdeki karekter gibi miydi bilinmez ama filmin senaryosu ve oyunculuğu karekteri sevdiriyor.
Roosevelt'in ilk konuşması hakkında çıkarımda bulunmamıza yeter sanırım okumanızı tavsiye ederim;


ek olarak; güzel bir video...

http://www.dailymotion.com/video/xes447_3-3-azmin-zaferi_shortfilms

25 Kasım 2011 Cuma

Hicri Sene sonu ve Yılbaşı (sene başı) duası

Zilhicce'nin sonunda;


"Ey ALLAH'ım (c.c.)! Bu sene, Senin razı olmayıp beni nehyettiğin şeylerden her ne yaptıysam ben onları unuttum, Sen ise unutmadın. Bana ceza vermeye kadirken mühlet verdin ve ben, Sana karşı gelme cüreti göstermişken beni tevbeye davet ettin. Ey ALLAH'ım (c.c.)! Ben bütün bunlardan dolayı senden mağfiret diliyorum. Beni mağfiret eyle! Ey Kerem sahibi! Ey Celâl ve İkram sahibi! Bu sene, Senin razı olup bana sevap vaad ettiğin hangi amelleri işlediysem, Senden dilerim ki onları benden kabul edesin ve Senden ümidimi kesmeyesin! Ey Kerem Sahibi, kabul eyle! Efendimiz Muhammed'e (SAV) ve âl-i Ashabına Salât-ü Selâm eyle! "


Muharremin başında;
“Bütün hamdler, alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir! Salat-ü selam, Efendimiz Muhammed’in ve al-i ashabının tamamının üzerine olsun!
(Elhamdülillâhi Rabbil-âlemîn. Vassalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn. Allahümme entel-ebediyyü’l-kadîm, el-hayyül-kerîm, el-hannân, el-mennân. Hâzihî senetün cedîdetün. Es’elüke fîhe’l-ısmete mineşşeytânirracîm, vel avne alâ hâzihinnefsil-emmâreti bissûi vel-iştiğâle bimâ yukarribünî ileyke, yâ zel-celâli vel-ikrâm, birahmetike yâ erhamerrâhimîn. Ve sallallâhu ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve ehl-i beytihî ecmaîn.)
Ey Allah! Sen Ebedi’sin, Kadim’sin (başlangıcın ve sonun yoktur)! Hayy’sın, Kerim’sin (hakiki hayat sahibi de kerem sahibi de ancak Sensin)! Hannan’sın, Mennan’sın (son derece acıyan ve çokça lütuflarda bulunan Rabbimizsin)!
işte bu yeni senedir! Ben bu sene Senden dilerim ki beni kovulmuş şeytandan ve onun dostlarından koruyasın, kötülüğü çokça emreden bu nefse karşı bana yardım edesin ve beni Sana yaklaştıran amellerle meşgul edesin.
Ey kerem sahibi! Ey celal ve ikram sahibi! Ey acıyanların en merhametlisi! Rahmetinle kabul eyle!”
Allah-u Teala, Efendimiz ve Peygamberimiz Muhammed (S.a.v), al-i ashabının ve Ehl-i Beyt’inin tamamına salat ve selam eylesin! derse,
şeytan: “Biz bu kişiden ümidi kestik!” der ve Allah cc. ona, kendisini sene boyunca koruyacak iki melek görevlendirir.” (Allame Safiri, Nüzhetü-l Meclis 1/156: Maü’l-ayneyn, Na’tü’l-bidayat, sh:165)


Şihabüddin es-Sühreverdi (Ks)’dan nakledildiğine göre, bu duayı (sene başı duasını) aşura günü üç kere okuyan o sene ölmekten emin olur. Zira eceli takdir edilen kişiye o gün bu duayı bu şekilde okumak nasip olmaz!

24 Kasım 2011 Perşembe

öğretmenler günümüz kutlu olsun :)

Abraham Lincoln' den... (Oğlunun Öğretmenine Mektubundan


" Öğrenmesi gerekli biliyorum;tüm insanların dürüst ve adil olmadığını, fakat şunu da öğret ona: 'her alçağa karşı bir kahraman, her bencil politikacıya karşı kendini adamış bir lider vardır.' Her düşmana karşı bir dost olduğunu da öğret ona. Zaman alacak biliyorum, fakat eğer öğretebilirsen, kazanılan bir doların, bulunan beş dolardan daha değerli olduğunu öğret. Kaybetmeyi öğrenmesini öğret ona ve kazanmaktan neşe duymayı. Kıskançlıktan uzaklara yönelt onu. Eğer yapabilirsen, sessiz kahkahaların gizemini öğret ona. Bırak erken öğrensin, zorbaların görünüşte galip olduklarını.
Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini düşünebileceği zamanlar da tanı. Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan çok daha onurlu olduğunu öğret ona. Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanlış olduğunu söylediğinde dahi.
Nazik insanlara karşı nazik, sert insanlara karşı sert olmasını öğret ona. Herkes birbirine takılmış bir yönde giderken, kitleleri izlemeyecek gücü vermeye çalış oğluma. Tüm insanları dinlemesini öğret ona, fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını da öğret. Eğer yapabilirsen üzüldüğünde bile nasıl gülümseyebileceğini öğret ona. Gözyaşlarında hiçbir utanç olmadığını öğret. Herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini öğret ona ve aşırı ilgiye dikkat etmesini.
Ona, kuvvetini ve beynini en yüksek fiyata satmasını fakat hiçbir zaman kalbine ve ruhuna fiyat etiketi koymamasını öğret. Uluyan bir insan kalabalığına kulaklarını tıkamasını öğret ona ve eğer kendisinin haklı olduğuna inanıyorsa dimdik dikilip savaşmasını öğret. Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü, çeliği ancak ateş saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesaretine sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır.
Bu, büyük bir taleptir, ne kadarını yapabilirsin bir bakalım. O ne kadar iyi, küçük bir insan. Oğlum.."



Öğretmenlik kutsal ve bir okadar da zor bir meslektir. mektup bu mesleğin özetini vermektedir aslında anlayana.
Öğretmenliğin özünde ilim vardır. Sözlükte “bilmek” anlamına gelen ilim, geniş bir tanımla “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikad), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması” gibi değişik şekillerde tarif edilmektedir. Bir ilme  sahip olan kişiye ise Alim denilmektedir. geniş bir tanımda ise alim; bir şeyi derinlemesine tanıyıp mahiyetini idrak eden, bir konuda kesin bilgiye ulaşan ve bir şeyin hakikatine nüfuz eden kişidir.
Bu konulara ilişkin ayetler;
"Allah'tan kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar korkar." Fatır Süresi 35/28
"De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"Zümer süresi 39/9
“(Ne var ki) Müminlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir. Öyleyse onların her kesiminden bir grup da, din konusunda köklü ve derin bilgi sahibi olmak ve döndükleri zaman kavimlerini uyarmak için geri kalsa ya! Umulur ki sakınırlar.” Tevbe Süresi 9/122
"Rabbimiz içlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara ayetleri okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları kötülüklerden arındırsın" Bakara 2/129
Konu ile ilgili hadisler ise;
"Âlimin âbide üstünlüğü, benim sizden en basitinize olan üstünlüğüm gibidir" Tirmizi, ilm 19    
 "Yalnız şu iki kimseye gıbta edilir: Allah'ın kendisine ihsân ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse; Allah'ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse." Riyazü's- Salihin
"Allah Teâlâ Hazretleri, melekleri, semâvat ehli, deliğindeki karıncaya,  denizindeki balıklara varıncaya kadar arz ehli, halka hayrı öğretene mağfiret duasında bulunur." Kuttub-i Sitte
"Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyamet günü kimseyle ben yan yana bulunacağız.
"Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır: Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak ve kaygan arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile, buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir." Buhari 
"İlim talebi için yola çıkan kimse dönünceye kadar Allah yolundadır. Tirmizi
 "Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır."Riyazü's- Salihin
"Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allah'ı zikretmek ve O'na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen öğrenci bundan müstesnadır."Riyazü's- Salihin
Hayatımızı doğru yönde şekillendirmede bizlere yardımcı olan, bizlere bilmediklerimizi öğreten, bildiklerimizi ise daha iyi anlamamıza vesile olan ve bütün zorluklara göğüs gererek bizleri yetiştiren öğretmenlerimizi saygıyla ve minnetle anıyor ve bu vesile ile kendilerinin 24 Kasım Öğretmenler gününü kutluyoruz.
Kaynak:http://guncelvaaz.com/index.php?option=com_content&task=view&id=401&Itemid=68

17 Kasım 2011 Perşembe

Bayramlar (!) ın ardından....

"nerede o eski bayramlar" klişesi gelir hemen herkesin (çocuklar hariç) aklına bayram geldiğinde ne kadar çok dillendirilmiş ki klişe olmuş...fakat ben öyle söylemeyeceğim evet çocukluğumun bayramlarını özlüyorum. Yaklaşık 50 defadır yaşıyorum bayramı ve ilk defa bu kurban bayramı hissettim... yaşadığımız güzellikleri telaşlarla örttüğümüzü...aslında değişen bayramlar değil biziz...değişen zaman algımız...çocukken zaman o kadar detaylarla çevrilidir ki günlerimiz bereketli ve uzun geçerdi şimdi ise zamanımız yine detaylarla çevrili ama bu defa ki detayların içeriği farklı...aslında değişen hiçbirşey yok değişen biziz önceliklerimiz....
bayram dedik ya....Ramazanın ayrı Kurbanın ayrı bir tadi vardır Türk kültüründe... ama ikisinin ortak yanları aynıdır. Arefe akşamlarının bereketi ve yoğunluğu, bayram namazına giden büyüklerin hazırlanışını gözlerini uykunun ağırlığından açamasanda hafızanda izlemen, bayram sabahı yapılan kahvaltı ve aile içi bayramlaşma, ziyaretler, şekerler, harçlıklar, büyükler, küçükler, saygı, sevgi, paylaşmak, özlem, sıla....herşey...

bayram otelyine bir bayramı Kurban bayramını geride bıraktık. güzeldi çünkü ilk kez çocukken baktığım gözle baktım ilk kez çocukken yaptıklarımı yaptım ve anladım ki değişen bayramlarım değilmiş...

Ülke olarak bayrama Van Depreminin gölgesinde girdik belki ama Van'ın yaralarını sarmak adına bayram da güzel vesileydi...ve çok güzel şeyler yapıldı...
ya bayramın ardından ...

9 Kasım’da meydana gelen 5.6 büyüklüğündeki depremde 25 kişinin öldüğü Bayram Otel’i  tevafuk mu yoksa gerçekten aralarında bir ilişki kurmalıyız bilmiyorum ama bayramın ardından Bayram oteli...

yazıma destek ve güzellik katmak adına 16.11.11 tarihinde  Murat Çetinkaya'nın yazmış olduğu yazıyı eklemek istiyorum:

Ne güzeldin sen Bayram Otel! ...Güvenlik kameralarından gördüm senin yıkılışını. Toz-duman içinde yerle bir oldun. Bir anda hem de. Enkazının fotoğraflarına baktım. Milyon dolar harcanan Amerikan yüzün görünmüyordu. Tek bir duvarın veya kolonun bile ayakta kalmamıştı. Taş ve moloz yığını haline gelmiştin. Altındaki onlarca insana geçici mezar olmuştun.
Biliyor musun Bayram Otel sen farklıydın...Gözümüzü açıp baktık mı? Kendimizi gördük mü? Ders aldık mı? Cevabı sen ver.
Biz “görsünler, desinler” anlayışının çocuklarıyız, Bayram Otel. Hayatlarımızı kendimiz veya bir kutsal için değil başka insanlar için yaşarız. Ayıplanmak günah işlemekten daha çok korkutur bizi. Meleklerin değil günahkârların bakışlarına daha çok değer veririz. Başkaları için giyinir, süslenir ve konuşuruz. Ve sonra biz de birileri için “başkası” olur, yargılarız ve ayıplarız.
Kalbimize dönüp bakmak yerine “Acaba ne derler?” diye sorarız. Bize varlığı armağan eden Zât’ın değil, başkalarının rızasını kazanmaya çalışırız. O yüzden kalbimiz yara-bere içinde veya paramparça olsa da aldırmayız, ama elbisemizin üzerinde bir yamaya tahammül edemeyiz. Duygularımızın kirlenmesi değil, ayakkabımıza bulaşan çamur daha çok rahatsız eder bizi. Görünmek var olmaktan önce gelir bizim için. O yüzden sabır, tevekkül, kanaat ve rıza uzağımıza düşer.
O yüzden, bir musibet gelip vurduğunda bize, tıpkı senin gibi, yıkılır kalırız. Kolay kolay ayağa kalkamayız. Avuç avuç depresyon ilacı yutar, psikolog ve psikiyatr kapısı aşındırırız.
Her büyük caddemizde en az yirmi bijuteri ve giyim mağazası bulursun ama bir kitapçı bulmak için sormak ve yürümek zorundasın. Bu ne demek biliyor musun Bayram Otel? Görüntümüz bizim için aklımızdan ve zihnimizden yirmi kat daha önemli demek! Aynı büyük caddelerimizin ışıl ışıl ve gösterişli oluşuna karşılık, arka sokakların sefalet içinde olabilmesi bundandır.
Çünkü biz insanları dış görünüşüne göre yargılarız. İnsanların ruhuna, duygu ve düşüncelerine değil elbisesine ve arabasına bakarız. Fakirken zengin gibi giyinmeye uğraşırız. Hem biz elbise giyinmeyiz, marka giyiniriz.
Siyasî hayatımız görüntüye tapınmaktan ve gösterişten kurtulamıyor. Hâlâ yöneticilerimiz bir şehre geldiğinde öğrenci, memur okulunu ve işini bırakıp kalabalık yapmak için karşılamaya ve törenlere gidiyor. Tören demişken, bizim resmî bayramlarımızın törenleri o kadar önemli ki, okullarda yüzlerce defa provası yapılır. Haftalar öncesinden hazırlıklara girişilir. Öğrencilerin derslerinden geri kalması önemsenmez. Önemli olan kendi kendimize gösteriş yapmaktır çünkü. O yüzden mi bilinmez, eğitim sistemimizin çürüklüğünden bahsedilir yıllar yılı.
Bizde biçim o kadar önemlidir ve insan hayatı o kadar önemsizdir ki, şaşırırsın Bayram Otel. Bayrağımıza saygısızlık yapıldı diye ayağa kalkarız, öfkeleniriz ama yüzlerce insanın iş kazalarında hep aynı şekilde hayatını kaybetmesine kayıtsız kalır, ortalığı birbirine katmayız.  
Bayram Otel, sen artık yoksun. Ama senin yıkılışına neden olan biçimcilik hastalığı... Hem, din bize niyetlerimizin amellerimizden daha önemli ve hayırlı olduğunu söylese de, bizim için ameller niyetlerden daha fazla önem taşıyor. Bir amelin bizzat kendisine takılıp kalabiliyoruz. Bazen, meselâ, namazın Allah için kılınması gerektiğini unutabiliyoruz. Dinde zorlama yok, ama biz ergen çocuğumuza zorla namaz kıldırabiliyoruz...Binanın en önemli kısmının görünmese de temelleri ve sütunları oluşu gibi, bir insanın ve toplumun da ayakta kalmasını imanî ve manevî esaslara borçlu olduğunu unutuyoruz. O temeller ve sütunlar zayıfsa, küçük sarsıntılarda bile kişisel ve sosyal hayat binalarımız zarar görebiliyor.
Velhasıl, Bayram Otel, sen yıkıldın gittin ama senin temsil ettiğin görüntü düşkünlüğü varlığını hâlâ devam ettiriyor hayatımızda. Kim bilir ne zamana kadar!

30 Ekim 2011 Pazar

Prostanna antik Kenti...Sivritepe tırmanışı: baldırlar (!) da ağrı...

Isparta'dan Eğirdir'e giderken gölden önce göze çarpan yaklaşık 1750 metre yüksekliğinin olduğu bilinen Sivri Tepe'ye (Eğridir Sivrisi: Eğirdir ilçe merkezini ikiye bölen, yüksek tepelerinde çeşitli uygarlıklara yer vermiş, üzerinde Prostanna Antik Kenti’ni barındıran ve panoramik görüntüsüyle tırmananları büyüleyen, sivri kayalıklardan oluşan bir tepedir) GÖLDOSK'un  organizasyonu ile 30 ekim Pazar günü tırmandık.
Akpınar Köyü'nden yürüyerek çıkılabilen Sivri Tepe, iki tepenin arkada ve daha yüksek olanı.
Komandoların eğitim yaptıkları bir alan olan Sivritepe'ye çıkmak hiçte kolay değil Prostana antik kentini geçtikten sonra yol gittikçe dikleşiyor. Sivritepe’de dalgalanan dev Türk bayrağı ve iki kayalığın ortasındaki ahlat ağacı tepenin davetkar ve misafirlere kucak açan ev sahipleri gibiydiler. Bayrağın altındaki sivritepe Hatıra defterine bişeyler karaladık artık orada bizimde ismimiz yazılı :) tepeden vadiyi izlemek muhteşemdi. vadiye arkamızı döndüğümüzde asıl manzaranın yani gölün bütün güzelliğinin önümüze serildiğini gördük...o kadar güzel ve o kadar heybetliydi ki hem hayran hem ürkek bakışlarla Yaradan'a şükrettim...bu konuda ne diyebilirim ki...denmiş zaten:
"Evet cemalin gözünde celâl ne kadar cemildir; celâlin gözünde dahi cemal o kadar celildir...Celâl ile Cemal tecellîleri,—Celâl izzeti, azameti ve yüceliği, Cemal hüsnü ve güzelliği gösterdiği halde—birbirleriyle çelişmezler ve iç içe tecellî ederler. Bazen güzellik, celâlden tecellî eder. Bazen de izzet ve azamet, cemalden akar. Celâl tecellîleri güzellikten nasipsiz değildir. Cemal tecellîleri de izzetten ve azametten nasipsiz değildir. Yani cemalden bakılınca celâl eseri, celâlden bakılınca cemal eseri rahatlıkla görülebilmektedir".
Sivritepeye ulaşmak için; Akdoğan Köyünden (Eğirdir Göl'ünün kuşbakışı görüntüsünü sunan; meşhur kıl çadırları; gözlemesi ve tabi her gittiğimizde mutlaka sallandığımız salıncağı ile ...) yürüyerek veya araçla Prostanna Antik Kentine ulaşmak gerekiyor antik kent sivritepenin eteklerinde zaten sivritepeye gitmeden görülmesi gereken bir yer kazı yapılmadığı için kente dair çok fazla bir beklentiniz olmasın ama kentin izlerini taşlardan ve sutun kalıntılarından görebilirsiniz. hatta yürüyüş esnasında arkadaşlardan biri para buldu antik bir para olduğunu düşünüyoruz -lucky man-  (Antik kent Pisidia şehirlerinden bir tanesidir. Eğirdir sivrisinin arka tarafından Camili Yayla üzerindedir. Şehrin kesin yeri Bedre Köyünün yukarısındaki Yazılıkaya'da bulunan bir sınır yazıtı ile tespit edilmiştir. Bu yazıt Prostanna ile Parlais ili sınır yazıtı idi. Antik kentte sınır duvarları ve bazı bina temelleri vardır. Şehrin. Akropolisi 200 metre yükseklikte kurulmuştur, Sur duvarları içerisinde dikdörtgen şeklinde bir bina vardır. Bu bina bir tapınaktir. Diğer 119 bina ise halka ait binalardır. Bizans dönemine ait hiç bir kalıntı yoktur.)
Yürüyüş ve tırmanmanın ardından ertesi gün baldırlarımda ayağa kalktığımda aşırı bir ağrı hissettim. sebebini araştırdığımda (Hz.Google sağolsun :P) karşıma çıkan sonuç beni hiç şaşırtmadı...
Baldır bacağın diz ile topuk arasındaki bölümüne verilen addır. Baldır kasları diz bağlarının desteklenmesi açısından çok önemlidir ve dizin darbelere karşı korunması için bu kasların kuvvetlendirilmesi gerekmektedir. Baldırda ağrılar varsa ve spordan sonra ortaya çıkan bir ağrıysa kaslann gerilerek zorlanması sonucu olmuştur. Aşırı spor yapanlarda görülen bir rahatsızlıktır.

27 Ekim 2011 Perşembe

Van Depremi'nin geride bıraktıkları....

ne güzeldi...birarada birşeyler yapmak...ne güzeldi bir olmak...ne kadar büyük bir organizasyondu... dünkü ortak yayından bahsediyorum...medyanın etkisini ülkemizde hepimiz biliyoruz. TV'nin -dizilerin, yarışmaların vb- bizler için önemide(!)...her akşam olduğu gibi dün akşamada tüm Türkiye TV'nin karşısındaydı ama bu defa başkaydı bu defa herkesi utandıracak kadar güzeldi bu defa bir olmak için tek yürek olduğumuzu göstermek içindi. keşke felaketler yaşamasak keşke bunlar olmasa ama yaşanılanlardan gördüğüm zor zamanlarda biz bizliğimizi unutmuyor biz olduğumuzu ve bir olduğumuzu ve "bir"e yönelmek gerektiğini hatırlıyoruz. dünkü programa dair söylenilecek çok şey yok zaten herkes gördü ve bizi bölmek bizi yıpratmak isteyenlere güzel ders oldu....programda bir sunucunun ifade ettiği gibi fay hattı Van'ı yarıp geçti belki ama yüreklerimize ulaşamadı...

Ümit Bektaş tarafından çekilen ve Van depreminin belkide simgesi olmaya aday;Yunus'un enkaz altındaki fotografı: hepimizin kalbine saplanan ok misali bakışlarıyla, omuzundaki cansız bir elle, başının altındaki yastıkla şimdi aramızsa olmayan Yunus...
depreme dair tecrübelerden çıkarmamız gereken tek sonuç yaşanılanların Yaradan'ın takdiri olduğu yönünde olmalıdır. Çünkü yaşanılanlar bizim dışımızda ve gücümüzün ötesinde olan şeyler herkes hepimiz yaşayabiliriz bu bizim kadere olan inancımız Yaradan'ın takdirine boyun eğmemiz gerektiğini gösterir. "Sen Allah ın takdirine razı olursan, kader hükmünü icra eder, sen de sevap ve ecir kazanırsın. Ama sen Allah ın takdirine razı olmazsan, kader yine hükmünü icra eder, sen de günahkâr olursun". Hz Ali (Ra)
bu konuda Suat Yıldırım Hoca ne güzel şeyler yazmış;
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/depremin-hatirlattiklari

duayla...
Allahım, bizi gazabınla öldürme. Azabınla helâk etme! Bunlardan önce bize afiyet ver
Ey Rabbim her şey senin hizmetindedir. Sen bizi koru, bize yardım et ve bize rahmet et.
İşime Allahın adıyla başlarım. Onun ismi ve yardımı olduktan sonra ne yeryüzü ve ne de gökyüzünün hiçbir bela ve sıkıntısı zarar vermez.

21 Ekim 2011 Cuma

Terör out, Barış in....

olsunnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnnn artık.

geçen günlerde yaşanan olayları Allah'a havale ediyor ve huzur barış sağlık ve güzellik kokan günler diliyorum...

 Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları" mı yaşıyoruz...
bilmiyorum; bildiğim tek şey bu konuyu aklıselimlere bırakmak. zaten yeteri kadar yazıldı, çizildi, söylendi, yorumlandı yani "ağzı olan konuştu". Hepsini bir kenara bırakalım diyorum ve son sözü üstat Cemil Meriç'e bırakıyorum;

11 Ekim 2011 Salı

R.E.M.:Oh no I've said too much...

R.E.M. 1980'da ABD'de kurulan bir alternatif rock grubudur. Grup Michael Stipe, Peter Buck ve Mike Mills'ten oluşmaktadır. 21 eylül 2011'de grubun web sitesinde yapılan açıklamaya göre http://remhq.com/news_story.php?id=1446 dağıldı. çok üzüldüm... Tuckman'nın 1965'te yayınladığı makalede dediği gibi her grubun bir gelişim süreci vardır (Biraraya gelme / Forming; Fırtınalı evre/Storming; Kural koyma/Norming; İşlev görme/Performing) ve sanırım yaşanılan bu sürecin bir sonucu...

R.E.M./Losing My Religion....ne zaman dinlesem hep aynı duyguları hissettiryor....

http://www.divshare.com/download/15919317-1b4

Life is bigger (Hayat daha büyük)
It's bigger than you (Senden daha büyük)
And you are not me (Ve sen ben degilsin)
The lengths that I will go to (Gidecegim yollar)
The distance in your eyes (Gözlerindeki uzaklık)

Oh no I've said too much (Oh hayır çok fazla konuştum)

I set it up (Ayarladım)

That's me in the corner /Köşedeki benim
That's me in the spotlight /Spot ışıgındaki benim
Losing my religion /Dinimi kaybederken
Trying to keep up with you /Seninle birarada durmaya çalışıyorum
And I don't know if I can do it /Bunu yapabilecegimden emin degilim
No I've said too much /Hayır,çok şey söyledim
I haven't said enough /Yeterli söylemedim
I thought that I heard you laughing /Senin güldügünü duydugumu sandım
I thought that I heard you sing /Şarkı söyledigini duydugumu sandım
I think I thought I saw you try /Senin denerken gördügümü sandım

Every whisper /Her fısıltı
Of every waking hour I'm /Her geçen saat
Choosing my confessions /Itiraflarımı belirliyor

Trying to keep an eye on you /Sana göz kulak olmaya çalışıyorum
Like a hurt lost and blinded fool /Aynen, yaralı kaybolmuş kör bir aptal gibi

Oh no I've said too much /Oh,hayır çok şey söyledim

I set it up /ayarladım
Consider this /Bunu degerlendir
The end of the century /Yüzyılın sonu
Consider this /Bunu degerlendir
The slip that brought me To my knees failed /O beni dizlerimin üstüne düşüren kayganlıgı

What if all these fantasies /eger bu fantaziler
Come flailing around /Etrafta uçursa

Now I've said too much /Şimdi yeterli konuştum
I thought that I heard you laughing /senin güldügünü duydugumu sandım
I thought that I heard you sing /Şarkı söyledigini duydugumu sandım
I think I thought I saw you try /Senin denerken gördügümü sandım

But that was just a dream /Ama bu sadece bir rüyaydı
That was just a dream /Bu sadece bi rüyaydı

Midnight in Paris

Bu yıl "Cannes film Festivali"nin açılış filmi. filmin http://eksisinema.com/ 'da "Midnight In Paris: Woody Allen’ın Sürreal Tablosu" başlıklı çok güzel bir analizi yapılmış. Okuduğumda kesin izlemeliyim dedim:
"Arada bir özleyip New York’a dönse de son yıllarda Avrupa’nın güzeller güzeli şehirlerini adım adım dolaşan, Barcelona’ya Londra’ya ve şimdi de Paris’e filmlerindeki en özel rolü veren Woody Allen, yine kendi sinema dünyasının tüm bilindik elementlerini gururla taşıyan bir filmle Midnight In Paris ile geri dönüyor. Geçen sene izleme şansı bulduğumuz, önceki filmlerine nazaran başarısız olduğunu gördüğümüz “You Will Meet a Tall Dark  Stranger”dan kısa süre sonra “klişeleşmiş” Woody Allen yaratıcılığıyla geri dönüyor Woody Allen, Midnight In Paris ile.
Amerika’lı bir çiftin sanata, Paris’e ve elbette ki hayata ne kadar farklı baktıklarını, birbirleriyle ne kadar uyumsuz olduklarını, birbirlerini hiç ama hiç anlamadıklarını hissederek başlıyoruz Woody Allen’ın filmine. Evlenme arifesindeki bu kadın ve erkeğin, uyumsuzluklarını anlamalarındaki en büyük etken elbette ki, güzelliğiyle göz kamaştıran, ona doğru açıdan bakarsan sana hayal ettiğin her şeyi verebilecek olan Paris şehri. Kulağa öyle allenvari geliyor ki…
Gil karakterinin, zaman makinesini andıran bir araçla, kendine göre “Altın Çağ” olarak addettiği bir zaman dönemine gitmesiyle birlikte erken 1900’ler sanat külliyatını çok etkili ve komik bir biçimde arkasına alan film, bu güne kadar hiç karşılaşmadığımız renkte bir sinemasal tat sunuyor. Gil karakterinin ve sanatsever herkesin, ulaşılmaz bulduğu ve hayran olduğu önemli şahsiyetler, bir anda biraz da absürd bir şekilde peydah oluyorlar. Ernest Hemingway’den Salvador Dali’ye, Pablo Picasso’dan Cole Porter’a, Luis Bunuel’den Zelda Fitzgerald’a birçok önemli şahsiyet biraz da karikatürize edilerek, Gil karakterinin fikir danıştığı hatta akıl verdiği ulaşılabilir kişiler haline dönüşüyorlar.

Filmin Woody Allen sinemasından hoşlanan birini üzme şansı yok.
İşin ilginç ve takdir edilmesi gereken yanı, Woody Allen bütün bu önemli kişileri bile isteye karikatürize ederken -hatta yeniden çizerken-, ne olayla ilişkili sanatsal geçmişe zarar veriyor, ne de sanat çevrelerinden tepki çekebilecek ukala bir tavır sergiliyor.  Allen, mevzuyu son derece kişiselleştirerek, işin eğlenceli kısmını ön planda tutan ve elindeki bu ağır malzemeye rağmen son derece hafif bir filmle karşımıza geliyor. Her zaman yaptığı ve muhtemelen her zaman da yapacağı, Woody Allen’ı, Woody Allen yapan ana meseleden ise hiçbir zaman vazgeçmiyor. Bütün bu fantezi dünyasını, yine bir kadın-erkek ilişkisinin altında kurguluyor. Etrafta bu kadar şey olup biterken, seyircisine sinemanın büyüsüyle “her şeyi normal karşıla” mekanizmasını öyle kolay öğretiyor ki Woody Allen, filmin bu sürreal dünyasına adım atmanız hiç zor olmuyor.
Owen Wilson’ın hep alışık olduğumuz karakterini biraz daha geliştirip boyutlandırarak başarıyla sunduğu filmde bütün oyunculuklar, her Woody Allen filminde olduğu gibi, başarılı. Geniş bir oyuncu kadrosunu yine çok iyi bir şekilde idare etmeyi başarıyor Allen. Rachel McAdams’ın sinir bozucu karakterini Marion Cotillard’ın ise “hayallerin kadını”nı son derece başarılı bir oyunculukla canlandırdığı filmde Kathy Bates, Adrien Brody, Michael Sheen ve Carla Bruni gibi tanıdık simaları da baskın bir şekilde görmek mümkün. Bütün karakterlerin bir Woody Allen filmi için yazılmış olduğu o kadar belli ki, hiçbir karaktere yabancılık çekmiyorsunuz. Daha önce de belirttiğim gibi, Woody Allen yine kendi sinemasının klişeleşmiş yaratıcılıklarından çok büyük güç alıyor.
Woody Allen’ın sinemayla ve “kadın-erkek” ile olan derdi hiçbir zaman bitmeyecek gibi gözükürken, Allen, Match Point’ten bu yana çektiği en iyi filmi sunmanın gururunu yaşıyordur mutlaka. Cannes’da galasını yapıp orada da büyük bir beğeniyle karşılanan Midnight In Paris, Woody Allen sinemasını seven herkesi mutlu edecektir."
iyi seyirler...;)

7 Ekim 2011 Cuma

“Bir Zamanlar Anadolu’da”


64. Cannes Film Festivali’nde "Jüri Büyük Ödülü"nü kazanan ve "Oscar" (84. Akademi Ödülleri) "En İyi Yabancı Film" kategorisinde aday adayı olan ve geçtiğimiz haftalarda vizyona giren "Bir Zamanlar Anadolu’da" filmini izlemek istiyorum
sırf dikkatleri üzerine çeken başarılı yönetmen Nuri Bilge Ceylan için değil çünkü yönetmenin yine vizyona girdiği dönemde üzerinde çok konuşulan diğer filmlerini izlemediğim gibi...
izlemek istiyorum evet H.Bıçakçının yorumu; http://www.afilifilintalar.com/iki-ceset-bir-otopsi
merak ettim evet insanın kendinden kaçışını ve çatışmalarını nasıl yansıttığını görmek istiyorum.
merak ettim evet temel sorunumuz "algı" ve "iletişim" dilemmasını görmek istiyorum.
merak ettim evet iki ceset biri karekterlerin içindeki diğeri bir insan; gerçek ve mecaz anlamın birleşimi ; yansıyanları görmek istiyorum
"...Filmin otopsi sahnesindeki "kumu umursamama" gerçeklerin farkına varılsa bile bununla baş etmenin zor olacağı için bu sorunlar yokmuş gibi yapıp, karakterlerin hayatlarına devam edeceğini, yalan ve görmezden gelmenin özelde bu karakterler, genelde ise insanoğluna ait bir "hastalık" olduğunu vurgusu..."

izledikten sonrası...;)

6 Ekim 2011 Perşembe

Jobs died; rest of us,uneaten portion of the apple ;)


O “Ömrünün sonuna kadar sadece şekerli su mu satmak istiyorsun yoksa dünyayı mı değiştirmek istiyorsun?” sorusunun cevabını bilen biriydi...
O “Stay Hungry. Stay Foolish.” diyecek kadar inanılmazdı...

Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninden;

“Bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden hiç mezun olmadım. Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!

Sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. Hepsi bu. Büyütülecek birşey değil. Sadece üç hikaye.

İlki noktaları birleştirmekle ilgili.

İlk 6 aydan sonra Reed Üniversitesinde derslere girmeyi bıraktım, ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar daha okulda kaldım. Okulu neden bıraktım?

Olay ben doğmadan başlamıştı. Biyolojik annem genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar vermişti. Beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu, sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için herşey hazırdı. Tek sorun, ben ortaya çıktıktan sonra, beni evlat edinecek çiftin esasında bir kız çocuğu istediklerini anlamış olmalarıydı. Bir gece yarısı, bekleme listesinde olan müstakbel aileme bir telefon geldi: “Elimizde beklenmedik bir erkek bebek var, onu istiyor musunuz?”. Onlar da “tabii ki” diye yanıtladılar. Biyolojik annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrendiğinde evlatlık verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı reddetti. Ancak birkaç ay sonra, ailemin beni üniversiteye yollayacaklarına dair söz verdikten sonra ikna oldu.

Ve 17 sene sonra üniversiteye başladım ama saf bir şekilde neredeyse Stanford kadar pahalı bir okul seçtim, ve emekçi ailemin bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. Altı ay sonra, buna değmeyeceğini farkettim. Hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl fayda sağlayacağını çözememiştim. Ve orada durmuş ailemin hayat boyu biriktirdiği parayı harcıyordum.. Sonuçta okulu bırakmaya ve herşeyin yoluna gireceğine inanmaya karar verdim. O zaman çok korkutucu gelmişti ama geriye dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum. Okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri almama gerek kalmamıştı. Böylece sadece bana ilginç gözüken derslere girebilecektim.

Bu aslında hiç de romantik bir durum değildi. Yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir yemek yemek için 7 mil uzaktaki Hare Krishna kilisesine gidiyordum. Çok güzeldi. Merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü.

Bir örnek vereyim: O zamanlar Reed Üniversitesi muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. Kampüsteki her poster, çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. Okulu bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. Serif ve san serif yazı karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. Çok güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde bunu yakalayamazdı ve ben bunu muhteşem buldum. Bunların hayatımda pratik bir uygulama bulma olasılığı yoktu. Ama on sene sonra, ilk Macintosh’u tasarlarken, bir anda aklıma geliverdi. Bunların hepsini Mac’te kullandık. Mac güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayardı.

Eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, Mac hiç çok yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara sahip olmayacaktı. Windows da Mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip olmayacağı muhtemeldir. Okulu bırakmamış olsaydım, o kaligrafi dersine girmemiş olacaktım, ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye sahip olamayabileceklerdi. Tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak birleştirmek imkansızdı. Fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda herşey çok ama çok berraktı.

Tekrar söylüyorum, noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. Bir şeye güvenmelisiniz – tanrıya, cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi bir şeye. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da bütünüyle değiştirdi.

İkinci hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili.

Hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi bulduğum için şanslıydım. Woz (Steve Wozniak) ve ben Apple‘ı 20 yaşındayken ailemin garajında kurduk. Çok yoğun çalıştık, ve 10 sene sonra Apple garajdaki iki kişiden, 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmüştü. En nadide ürünümüz Macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşına yeni basmıştım.

Ardından kovuldum.

Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl kovulabilirsiniz? Şöyle: Apple büyük bir şirket haline geldiği için biz de şirketi benimle birlikte yönetebilicek, yetenekli olduğuna inandığım birini işe aldık ve ilk sene işler iyi gitti. Fakat daha sonra, geleceğe yönelik görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. Bu noktada yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. Sonuçta 30 yaşında dışarıda kalmıştım. Hem de herkesin gözü önünde. Hayatımın odak noktası olan şey bir anda yokolmuştu, bu büyük bir yıkımdı.

Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden düşürmüş gibi hissetmiştim. Dave Packard ve Bob Noyce’dan bu başarısızlığım için özür diledim. Fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile düşündüm. Fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi farkettim. Apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. Dışlanmıştım ama hala aşıktım. Ve yeniden başlamaya karar verdim.

O zaman farkına varmamıştım ama Apple’dan kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu. Başarılı olmanın ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti, hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. Hayatımın en yaratıcı dönemine girmek üzere özgürleşmiştim.

Sonraki beş sene NeXT adında bir şirket kurdum, Pixar adında başka bir şirket, ve eşim olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. Pixar’da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmi Toy Story‘yi yarattık ve şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosuyuz. İnanılmaz olaylar zincirinden sonra, Apple NeXT’i satın aldı, ben Apple’a döndüm ve Apple’ın yenilenmesinin kalbinde NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. Ve Laurence ile harika bir aile kurduk.

Apple’dan kovulmamış olsaydım bunların hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. Tadı çok kötü bir ilaçtı, ama sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı.

Bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur. Sakın inancınızı kaybetmeyin.

Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. Ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerlidir. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanızdır. Ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçer. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin.

Durulmayın. Tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız. Ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın.

Üçüncü hikayem ölüm hakkında.

On yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:

“Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”

Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde) yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?” Uzun süre art arda, “Hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.

İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları – tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.

Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın. Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.

Bir yıl kadan önce bana kanser teşhisi kondu. Sabah 7:30?da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz bir şekilde görünüyordu. Bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bu tip bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve üç ila altı aydan fazla yaşamayı beklemememi söylediler. Bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. Bu, aileniz rahatı için gerekli herşeyin kısa zamanda yapılması demekti. Bu veda etmek demekti.

Bütün gün o teşhisle yaşadım. Akşama doğru biyopsi yapıldı, boğazımdan bir endoskop soktular, mide ve bağırsaklarımdan geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben narkozla uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları attığını söyledi. Benim kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. Ameliyat oldum ve şimdi iyileştim.

Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. Bu deneyimi yaşamış biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır.

Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.

Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşama dogmasına takılıp kalmayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. Bunun dışındaki her şey ikinci planda.

Gençliğimde, bizim neslin kutsal dergilerinden biri sayılan, The Whole Earth Catalog adında inanılmaz bir yayın vardı. Menlo Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960′lardan kalma, masa üstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.

Stewart ve ekibi bunun birçok baskısını yayımladılar ve dergi miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970′lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.

Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Aç Kalın, Budala Kalın (Stay Hungry. Stay Foolish).” Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. Aç Kalın, Budala Kalın. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, sizin için de aynı dilekte bulunuyorum:

Aç Kalın, Budala Kalın.

Hepinize çok teşekkür ederim.”

Steve Jobs.